Makale (Pdf tam metin)
Bîrûnî’nin Karşılaştırmalı Dinler Tarihine Katkısı*
Prof. Dr. Arthur Jeffery
Çev. Muhammet TARAKCI**
Bîrûnî’nin
daha somut bilimsel disiplinlere yaptığı katkıların önemi, onun, kendi
döneminde ve belki de benimsediği dinin tarihinde karşılaştırmalı dinler
tarihi çalışmalarına yaptığı katkılar bakımından sahip olduğu eşsiz
yerin göz ardı edilmesine neden olmaktadır. Onun dayanabileceği iyi bir
geleneğe sahip olduğu doğrudur. Eğer karşılaştırmalı dinler tarihi;
karşılaştırmalı anatomi veya karşılaştırmalı filolojide kullanılan
bilimsel yöntemlerin aynısıyla, yani, dinin öneminin daha iyi
anlaşılması için değişik dinî toplulukların inanç ve uygulamalarıyla
ilgili verilerin toplanması, düzenlenmesi, tasnif edilmesi ve başka
verilerle karşılaştırılması suretiyle dini incelemek anlamına geliyorsa,
bu çalışma disiplini, Bîrûnî’nin hayatını adadığı eserle aynı alanda
zaten uzun bir tarihî geçmişe sahipti.
Mezopotamya’nın
çivi yazısı tabletleri kadar eski bir tarihte, kadim dünyanın değişik
merkezlerindeki dinî hayatla bağlantılı dinî inanç ve ayinlerine yönelik
canlı bir ilgiyi gösteren ve içinde eleştirel değerlendirme ve
karşılaştırma unsurları bulunan dokümanlar bulmaktayız. Eski Yunanlılar
diğer insanların dinlerini tanıtma ve bunları Yunan dininin ilgili
fenomenleriyle karşılaştırma konusunda daha çok ilgili olmuşlar ve bu
ilgiyi daha sonra Romalılara devretmişlerdir. Klasik Dönem yazarları
arasında dinin kaynağı ve gelişimi konusunda teori geliştirenler bile
vardı. Sonraki asırlarda hem Akdeniz’in doğu yakasında hem de daha uzak
doğu eyaletlerinde yaşayan kilise yazarları, doğu dinlerine çok daha
canlı bir ilgi göstermişlerdir. Bununla birlikte, onların
yaklaşımlarının artık büyük ölçüde polemik olarak görülmesi, polemik
türü eserlerini yönelttikleri değişik dinlerle ilgili olarak bize
verdikleri bilgilerin değerini gölgede bırakmamalıdır. Nitekim bu
yazarların hasımlarından yaptıkları bol alıntılar, genellikle, o dönemde
yaşayan ama artık yok olmuş bazı dinler hakkında doğrudan sahip
olduğumuz yegâne bilgidir.
Zamanı
geldiğinde İslâm da bu geleneği devralmıştır. Tıpkı başka dinlerle
ilgilenen Hıristiyan yazarların, başlangıçta kendi toplumlarındaki
heretik hareketlerle ilgilenmesi gibi, bu alanda çalışan Müslüman
yazarlar da başlangıçta Müslüman heretikler olarak adlandırabileceğimiz
gruplarla daha çok ilgilenmişlerdir. Makâlâtü’l-İslâmiyyîn adlı
eserinde Eş’arî (ö. 953) bile, gayr-i müslim düalistlerin ve Hıristiyan
grupların görüşleriyle ilgilenmiştir. Onun, Yahudi ve Hıristiyanların
yanı sıra, Hindu ve Zerdüştîlerin öğretilerini çürütmek üzere bir eser
yazdığı da bilinmektedir. Basralı Câhız’ın (ö. 869), Kurtubalı İbn
Hazm’ın (ö. 1064), Nevbahtî (ö. 912) ve İbn Babûye (ö. 1001) gibi Şiî
yazarların başka dinlere ve mezheplere yönelik ilgileri neredeyse
tamamen polemik niteliklidir; fakat Ya‘kûbî (ö. 890) ve Mes‘ûdî (ö. 956)
gibi tarihçiler arasında, herhangi bir polemik niyet gözetmeksizin
çevrelerindeki halkların dinleri hakkındaki bilgileri kaydetme yönünde
bir ilgi vardı. Öte yandan, İbnü’n-Nedîm’in (yaklaşık 990) el-Fihrist’i veya Ebu’l-Me‘âlî’nin (ö. 1092) Beyânu’l-Edyân’ı
gibi ansiklopedik nitelikli eser yazanların kitaplarında dinlere
yönelik ilgi o kadar açıktır ki, yazarların iyi Müslüman olmadıkları
şüphesini akla getirmektedir.
Bîrûnî,
işte böyle bir geleneğe dayanmaktadır. O, başka dinlere gösterdiği ilgi
nedeniyle, sünnî Müslümanların eleştirisine uğramayı ve kendini savunma
zahmetine katlanmayı göze almıştı. O, ayrıca, bu alanda Arapça olarak
kaleme alınmış önemli bir literatür olduğunu biliyordu ve bu literatürün
büyük bir kısmını okumuştu. Kimi zaman bu alandaki bazı seleflerinin
eserlerine atıfta bulunur: Meselâ, Bîrûnî’nin söylediğine göre, “İbadet
Evleri” üzerine önemli bir eser yazmış ve Avrupa’da Ortaçağ’da Albumaser
olarak bilinen büyük gökbilimci Ebû Ma‘şer el-Belhî (ö. 885); Buhara’da
942’de idam edilen ve Keşfu’l-Mahcûb adlı eserinde ruh göçüyle
ilgili değişik öğretileri açıklayan İsmailî yazar Ebû Ya‘kûb
es-Sicistânî; Budizm hakkında yazan ve bizce meçhul olan Zarkân bu
isimlerden bir kaçıdır. Bununla birlikte, Bîrûnî’nin asıl kaynağı,
ilgilendiği dinler hakkında önyargısız bilgiler veren, yazdıklarını
kanıtlamak için bu dinlerin kutsal metinlerine başvurmaya özen gösteren
ve kitaplardan edindiği bilgileri, daima, söz konusu dinlerin mensubu
olan sıradan insanlara sorular sorarak tamamlayan Ebu’l-Abbas
el-İranşehrî’nin bir eseridir.
A. Metodoloji
Bîrûnî
kendi dönemindeki Yahudilerin, Hıristiyanların, Greklerin,
Zerdüştîlerin, Budistlerin, hatta Maniheistlerin dinlerini ele alırken,
bizim, bugün, kendisinden daha çok kaynak malzemeye sahip olduğumuz
meselelerle ilgilenmekteydi. Bu nedenle, Bîrûnî’nin bu dinlerle ilgili
söylemek zorunda kaldığı şeyler bizim için çok önemli olmakla birlikte,
günümüzde bizi asıl ilgilendiren onun metodolojisidir.
O,
bize, Hinduların dinî âdetleri ve inançlarıyla ilgili kişisel
gözlemlerini, Tiflisli Ebu Sehl’in ısrarıyla ve gayr-i müslimlerin
dinleri konusundaki mevcut literatürün, genel olarak, ya kaynak
malzemeye yeterince aşina olunmamasından ya da yazarların, tanıttıkları
dinlere karşı çok önyargılı bir tutum içinde bulunmalarından dolayı, bu
dinleri yanlış sunmaları nedeniyle yazdığını söylemektedir. İranşehrî
bir istisnadır. Bunun sebebi, belki de, kendi uydurduğu hayalî bir dine
mensup olan İranşehrî’nin, dinî bir senkretist olmasıdır; ancak yine de
İranşehrî, kitabında, ikinci el kaynaklardan edinilen bilgilerin
eleştiri süzgecinden geçirilmeden istinsah edilmesi yönteminden hoşnut
değildir; bunun yerine, değişik dinlerin kutsal kitaplarına müracaat
etmiş ve mümkün olduğu durumlarda o dinlerin yaşayan mensuplarına
danışmıştır. Böylece o, her ne kadar Zarkân’ın yazılarına çok büyük bir
güven atfederek yanlış yapmışsa da, Yahudilik, Hıristiyanlık ve
özellikle de Maniheizm, hatta kendi dönemindeki Hinduizm ve Budizm gibi
eski dinler hakkında hayli bilgi vermiştir. Genel olarak, seleflerinin
çoğu hakkında olumsuz bir kanaate sahiptir ve bir kimsenin doğru yönteme
sahip olması durumunda, başka dinler hakkında yeterli bilgiler
vermesinin, bu dinlerin inanç ve uygulamalarını âdil ve önyargısız bir
şekilde tanıtmasının mümkün olduğunu düşünür. Neyse ki, hem Tahkîk mâ li’l-Hind’de hem de el-Âsâru’l-Bâkıye’de Bîrûnî’nin, böyle bir incelemede uygulanacak yöntemle ilgili meselelerde söyleyecek hayli sözü vardır.
Onun
yöntemi, karşılaştırma yöntemidir. Bunu vakit hesaplamalarıyla ilgili
değişik sistemleri ele aldığı bölümün girişinde (Chron., 4)d
ve ayrıca evlilik gelenekleriyle bağlantılı olarak (India, 53) açıkça
ifade eder. Felsefî tümdengelim veya duyularımızla edinilen delillerden
hareketle ulaşılan tümevarım konusundaki beceri, insanların dinî
gelenekleri hakkında doğru fikirlere ulaştıramaz. Ancak bu meselelerde
onların yazılı geleneklerini toplayıp insanlara sorular sorarak,
anlamaya bir temel oluşturabiliriz. Daha sonra, bir gelenekle ilgili
olarak bir cemaatin görüş ve âdetlerini, başka grupların görüş ve
âdetleriyle karşılaştırarak benzer ve farklı yönleri ortaya çıkarabilir
ve bir sistemin diğerine karşı nisbî değeri veya nisbî üstünlüğü
hakkında doğru fikirlere ulaşabiliriz. Bîrûnî bunu, Tahkîk mâ li’l-Hind’de
(India, 12) Grek düşüncesi ve düşünürlerini Hint düşüncesi ve
düşünürleriyle karşılaştırarak örneklendirir. Bu karşılaştırmayı, söz
konusu iki düşünceyi tashih etmek için değil, karşılaştırma yoluyla
birtakım sonuçlar elde etmek amacıyla yaptığını bize hatırlatmaktadır.
Dolayısıyla, biz gelenek ve bilgileri insanlardan alarak başlamalı ve
yakından uzağa, bilinenden bilinmeyene doğru ilerlemeliyiz. Böylece,
çalışmamızda arzu ettiğimiz her şeye ulaşamasak bile, en azından bizden
sonra gelecek ve belki de bizim bulgularımıza dayanacak olan hakikat ve
hikmet severlere doğru ve sağlam bilgiler bırakırız.
Bununla
birlikte, karşılaştırma yöntemi, eğer güvenilir sonuçlar elde
edilecekse, bazı temel araştırma ilkelerine, yani yanlışı azaltma
konusunda yegâne aracımız olan titiz bir usûle bağlı kalmalıdır.
1. Eksiksizlik
Materyallerin
yetersiz bir şekilde toplanması sonucunda yapılan karşılaştırmalar,
tamamen yanlış değerlendirmelere götürebilir. Dolayısıyla, incelediğimiz
her meselede verileri mümkün olduğunca eksiksiz bir şekilde toplamak
için her türlü gayreti göstermeli ve elimizdeki malzemenin yeterli
olmadığı durumlarda değerlendirme yapmaktan kaçınmalıyız. Bu nedenle
Bîrûnî; Tibetliler, Çinliler, zenciler, Habeşliler ve diğerlerinin
kullandıkları aylar hakkındaki meselelerde, bazı bilgilere sahip
olmasına rağmen, bu bilgiler yeterli hale gelinceye kadar tartışmayı
ertelemenin en iyi tutum olduğuna hükmeder; Bîrûnî; böyle yapmamış
olsaydı, kendi metoduna, yani şüpheliyi ve bilinmeyeni kesin ve
bilinenle irtibatlandırmama ilkesine aykırı hareket etmiş olacağını
ifade eder (Chron., 68). Şu bir gerçektir ki, Bîrûnî’nin, eserinde,
araştırmasının boyutu hakkında yaptığı açıklamalar ve bilgisinin
yetersizliğiyle ilgili itirafları, genel olarak daha somut bilimsel
meselelerle ilgilidir; fakat biz, eksiksizlik konusundaki özenin, onun
dinî meselelerle ilgili araştırmalarının da ayırt edici bir özelliği
olduğunu düşünebiliriz.
2. Doğruluk
Karşılaştırmanın
her iki yönündeki malzeme hem tam hem de doğru olmadıkça,
karşılaştırmaların pek yararı olmaz. Bu, din söz konusu olduğunda
oldukça zor bir meseledir. Bir dinî uygulamayı, meselâ ibadeti ele
aldığımızda, Hindular, Grekler, Budistler, Yahudiler, Hıristiyanlar,
Maniheistler ve diğer cemaatlerin uyguladıkları ibadet yöntemleri
arasındaki bir mukayesenin, cemaatle yapılan bir uygulama (cult act)
ve bireysel dindarlık uygulaması olarak ibadetin mahiyetine ilişkin
derin bir anlayış kazandıracağı aşikârdır. Ancak yine de, farklı
cemaatlerdeki ibadet uygulamalarının doğru bir biçimde açıklanmasını
sağlamak ciddî bir sorundur. Bîrûnî, bize, bu tür konulardaki
araştırmasında sık sık danıştığı kişilerdeki verilerin kesin bilgiler
değil, rivayete dayalı bilgiler olduğunu açıklamaktadır. Rivayetle gelen
bilginin bazı avantajları vardır; zira Gelenek formu içinde bize geçmiş
zamanları anlatır (India, 2). Bununla birlikte, rivayetle gelen
bilginin açık dezavantajları da vardır; nitekim Bîrûnî, bayramları ele
aldığı bölümde (Chron., 330), sadece popüler hikâye anlatıcılarının
beyanlarına dayanan bilgilere karşı duyduğu kuşkuyu ifade etme fırsatı
bulur. Dolayısıyla, doğru bilgiye ulaşma konusunda hiçbir çabadan
sakınılmamalıdır. Hinduizm’i konu edinirken, okuyucuya, Hinduların
teorilerini tam olarak sunacağını; Grekler arasında, Hıristiyan
mezheplerinin öğretilerinde veya sufiler arasında, ruh göçü ve
Tanrı’nın, yarattığı varlıklarla birleşmesini ifade eden panteist
doktrinler gibi, benzer teorilerin bulunması durumunda, onların
teorilerini de karşılaştırma yapma amacıyla doğru bir biçimde
aktaracağını açıklamaktadır (India, 4).
Elbette,
bir konunun aktarılmasında kime güvenileceği meselesi daima bir
problemdir. Bazen eğitimli insanlar arasında başka, eğitimsiz olanlar
arasında tamamen başka birtakım dinî düşünceler olabilmekte (India, 15);
dolayısıyla, bir grup, ısrarla, diğer grubun görüşlerinin kendi
dinlerini yansıtmadığını ifade edebilmektedir (India, 54). Bu nedenle,
bir ayırım yapmanın mümkün olduğu durumlarda, Bîrûnî, halkın mı, yoksa
eğitimli sınıfın mı inanç ve uygulamalarını aktardığını açıklama
noktasında dikkatli davranmaktadır.
Yaşayan
bir uzmana müracaat etme imkânı her zaman olmayabilir; zira geçmişe ait
bazı dinler vardır ve onların günümüzde müntesibi kalmamıştır; bazı
dinler de araştırmacının doğrudan bağlantı kuramayacağı kadar uzak
bölgelerde bulunur. Bu gibi durumlarda, yazılı olarak bize gelen
rivayetlere güvenmek gerekir. Yazılı kaynaklar da bir kimsenin, yaşayan
bilgi kaynaklarından duydukları hakkında faydalı bir kontrol aracıdır.
Yaşayan bilgi kaynakları, araştırmacıya, dinlerinin öğretilerini
açıklayan şeyleri değil de, onun ilgisini çekeceğini düşündükleri
hikâyeleri anlatan basit kişilerdir. Araştırmacı, sık sık, bir dinî grup
liderinin, kendi inancından olmayan bir kimseye bilgi verme konusunda
isteksiz olduğunu görür. Bîrûnî, özellikle Hindu guruların, kendi
öğretileri hakkında yabancılara bilgi verme noktasındaki
isteksizliklerinden bahsetmektedir (India, 11). Buna karşın, kitaplar
genel olarak daha kullanışlıdır; eğer araştırmacı kitapları bulur ve bu
kitaplardan bolca ve doğru bir şekilde alıntı yapmaya özen gösterirse,
rivayetlerden devşirilmesi nedeniyle doğru olmayan materyalleri kullanma
ithamından kurtulabilir (India, 13, 247).
Doğru bilginin peşinden koşan araştırmacı için, yazılı delil kullanmanın da bazı sakıncaları vardır.
a)
İlk zorluk, düşünce sistemi araştırmacınınkine bütünüyle yabancı olan
ve çok detaylı uygulamaları araştırmacının önüne tamamen yabancı
unsurlar seren mezheplerin öğretilerini doğru bir biçimde anlamak ve
aktarmaktır. Böyle bir zorluk, yaşayan bir bilgi kaynağından nakilde
bulunurken bile vardır, ki araştırmacı, anlamadığı şeyleri bu kişiye
sorma imkanına sahiptir. Sadece yazılı metinler bilgi kaynağı olduğunda,
durum iki kat daha zorlaşır. Bîrûnî, bunu Hint düşüncesiyle ilgili
yaşadığı kişisel zorlukları açıklayarak örneklendirir (India, 9): Genel
olarak Hint düşüncesiyle İslâm düşüncesinin her konuda farklılık
gösterdiği bir gerçektir (India, 10); özelde ise, yaratılmış varlıkların
sınıflandırılması gibi problemlerde (India, 43), Hindu olmayan birinin,
onların düşüncesine nüfuz etmesi ve bu meselelere onların bakış
açısıyla içerden bakabilmesi mümkün değildir.
b)
Diğer zorluk, çoğu zaman kaynakların, kendi dinî inançları ve
geleneklerini açıklarken bilimsel kesinlikten yoksun olmasıdır (India,
43). Bazen bu zorluk, anlatılan meselelere çok aşina olmaları nedeniyle,
yazarların yaptığı açıklamaların, onların dinî geleneklerine bağlı
olmayan bir kimse için yetersiz kalacağını anlayamamalarından
kaynaklanır; meseleyi açıklığa kavuşturma imkânının olmadığı durumlarda,
bu, ciddî bir eksikliktir. Kendisine çok saygı duyduğu selefi İranşehrî
bile, kullandığı yazılı kaynakta verilen yetersiz bilgilere dayanmak
zorunda kaldığı için Budizm konusundaki açıklamalarında büyük yanlışlar
yapmıştır (India, 4). Bu nedenle, Bîrûnî, karşılaştırmalı çalışma yapan
bir yazarın, yazdıklarının yanlış anlaşılması sonucu yaptığı
karşılaştırmadan yanlış sonuçların çıkarılmaması için, yazdığı her
kelimeye büyük bir özen göstermesi gerektiğini ısrarla belirtir. Onun bu
konudaki örnekleri (India, 15) ilginçtir. O, Hint felsefesinin “Tanrı
bir noktadır” şeklindeki açıklamasına gönderme yapar. Bu
açıklamayla onlar, cisimlere ait niteliklerin Tanrı’ya izafe
edilemeyeceğini kastederler; ancak bunu okuyan veya duyan bazı eğitimsiz
kişiler, çabucak şöyle bir sonuca ulaşırlar: Hintli bilginler,
Tanrı’nın bir nokta kadar küçük olduğunu iddia ederler. Daha sonra da bu
saçma düşünceyi dengelemek için daha büyük başka saçmalıklara düşerler.
Ya da, “Tanrı evreni o kadar idrak eder ki, ondaki hiçbir şey Tanrı’dan
gizli kalmaz” cümlesini duyan bir kimse, belki, çabucak şu sonuca
ulaşır: Tanrı’nın gözleri olmalı ve bir veya iki göz bütün evrenimizi
idrak etmek için yeterli olmayacağına göre, onlar, Tanrı’yı, bin göz
sahibi olarak tasvir edeceklerdir. Dolayısıyla, araştırmacı kullandığı
dokümanlarda bulunan ifadeleri incelerken dikkatli olmalıdır.
c)
Yukarıdakilere, lisanla ilgili zorluklardan kaynaklanan problemler de
eklenebilir. Yahudi ve Hıristiyanların, Grek ve Hinduların kitapları
yabancı dilde yazılmıştır ve bu kitaplardan yapılan tercümelerde pek çok
yanlış yapma ihtimali vardır. Bu kitaplardaki kelimeleri anlamada
yanlış yapılabileceği gibi, tercümelerinde de yanlışlıklar yapılabilir.
Bîrûnî, Sanskritçe konusunda yaşadığı zorluğu anlatırken, bazı
ayrıntılar verir (India, 9): Sanskritçedeki temel zorluk, Hinduların
aşırı gurur duydukları çok geniş kelime yelpazesidir; aslında bu durum
bir kusurdur. Hint dilinin fonetiğinin, Arapçanınkinden oldukça farklı
olması da aynı derecede önemlidir ve daima bir hata kaynağı olabilir. Tahkîk mâ li’l-Hind’de
(India, 214), Bîrûnî, seleflerinin, doğru yaptıkları zannıyla Hint
diline ait kelimeleri yanlış imla ederek yaptıkları hazin yanlışlara
işaret eder. Daha sonra Hindistan’da klasik ve konuşma dili olmak üzere
daima iki dilin kullanıldığını fark eder; dolayısıyla, insanlarla
konuşmak ve dinleri hakkında onlardan bilgi almak başka bir şey, gramer
ve belagat inceliklerine sahip metinlerin oldukça ağdalı dilini anlamak
ise tamamen başka bir şeydir. Buna, ezberlenmelerini kolaylaştırmak için
metinlerin şiir şeklinde yazılmış olması da eklenebilir; bu da, söz
konusu metinlerin dilini, oldukça yapay ve zor hale getiren ve metinleri
anlamaya çalışan yabancıların karşılaştıkları güçleri arttıran bir
durumdur.
d)
Son olarak, metnin tahrifiyle ilgili bir zorluk vardır. Bütün yazıcılar
dikkatli değildir; hatta bazıları inanılmaz derecede dikkatsizdir. Yine
de, metinleri incelerken, daima yazıcıların nakillerine muhtacız. Eğer
yazıcılar, yazdıklarında dikkatsiz iseler ve layıkıyla karşılaştırmalı
nüshalar düzenleyemiyorlarsa, iyi bir yazar bile, onların ihmalleri
nedeniyle yolunu kaybeder. Bîrûnî, özellikle Hintli yazıcıları çok
dikkatsiz olmakla suçlar (India, 9) ve ona göre Müslüman yazıcıların
yaptıkları benzer bir dikkatsizlik de pek çok eserin Arapçaya
aktarılması sırasında başka tahriflere neden olmaktadır. Şunu söylemek
ilginç olacaktır ki, Bîrûnî’nin açıklamalarındaki her bir konu ile ne
kadar çok ilgilenirsek, onu, metin tahrifinden şikayet eder bir
vaziyette buluruz (India, 76, 77, 112, 235, 240, 313; Chron., 84).
Tercümeleri ele aldığımızda, bazı mütercimlerin, maalesef sık sık
orijinal metni bozacak biçimde kısaltarak, metni tahrif ederek,
kelimelerin yerini ve sırasını değiştirerek (takdim-tehirler), yorum
ekleyerek metinler üzerinde yaptıkları affedilmez tasarruflar da başka
bir metin tahrifi nedenidir.
3. Tarafsız yaklaşım
Başka
dinlerin geleneklerini tam ve doğru biçimde açıklarken ve inançlarını
aktarırken dikkatli davranıldığı durumlarda bile, izah tarzındaki
önyargı ve tarafgirlik, aktarılan bilgiyi tahrif edebilir. Bu nedenle,
Bîrûnî’nin ısrarla belirttiği gibi, metodolojinin görevi,
a) Açıklamaların değerini tespit etmek için tanıkları/yazarları değerlendirmektir.
Bazı
yazarlar yüzeysel bilgileri yeterli görür (India, 3). Yüzeysel bilgi,
tarafgirlikten uzak bir biçimde izah edilmişse, yeterince doğru
olabilir. Ancak bu tür bilgi, yine de tahrif edilmiştir ve ne söz konusu
dinin mensuplarını ne de bilim araştırmacısını tatmin eden bir çerçeve
sunar.
Bilgi
aktaran bazı ravilerde ise husumet ve antipati duygusu hakimdir. Bu,
milliyetçi bir gurur veya kişisel tercihten kaynaklanabilir (India, 2;
Chron., 4). Bu tür raviler, elbette gerçekleri aktarırlar; ama
gerçekler, ya bir şeyi övmek ya da başka bir şeyi yermek için
kullanıldığından, tahrif edilmiştir. Bazıları da, başkalarına karşı
duydukları soğukluğun, bir şeyin itibarını düşürecek veya arttıracak
kadar rivayetleri kasten tahrif etmesine izin verirler.
Bir
grup insan ise düşmanlık hissiyle olmasa da, kendilerine gelen her şeyi
değiştirme ve süslemekten aldıkları doğal haz nedeniyle delilleri
tahrif ederler (India, 2). Bu yazarlar, yaptıklarının bir tahrif olduğu
gerçeğini reddederler; fakat kendilerine gelen her şeyi abartmaktan
dolayı duydukları zihnî hazza karşı duramadıkları için, onların
rivayetleri daima şaibelidir.
Bazıları
da, hiç şüphesiz, cehaletleri nedeniyle tahrifat yapar (India, 78). Bu
kişiler, birlikte olmayan şeyleri bir araya getirirler, kurguyu gerçekle
karıştırırlar, gözlemlediği veya kendisine söylenen şeylerin önemini
yanlış anlarlar; dolayısıyla, doğru ve tarafsız bir şekilde aktarmak
istemelerine karşın, güvenilir olmayan bilgilerin ortaya çıkmasına neden
olurlar.
b) Bilgilerin kritiğini yapmaktır.
Yazarların
değerlendirilmesi bazı tahrif nedenlerini ortadan kaldırır; ama
rivayetlerin karşı karşıya getirilmesi daha ileri bir kontrolü gerekli
kılabilir. Bu, genellikle, başka bir nedenle şaibeli duruma gelmeyen
bazı rivayetlerin, aslında karışıklıklardan ve hatalardan azade
olmadığını ortaya çıkarır (Chron., 322). Bîrûnî’nin selefleriyle ilgili
şikâyetlerinden biri şudur: Bîrûnî, onların eserlerinde sık sık bilimsel
bir incelemeye tabi tutulmamış bilgi yığınlarıyla karşılaşmıştır
(India, 4). Bîrûnî, Yakup b. Târık ve el-Fezârî’nin Hint dilindeki
kelimeleri sık sık yanlış imla ettiklerini görmüştür (India, 214); bu
kişiler kelimeleri o kadar tahrif etmişlerdir ki, onların rivayetleri,
eleştirel bir inceleme yapılmaksızın asla kabul edilemez. Basit bir
araştırmayla bile, pek çok yazarın aslında tek başına bir öneme sahip
olmadığı görülebilir; zira bunlar, sadece, başkalarından nakilde bulunan
kişilerdir (India, 4). Bazen de yazarların ifadeleri arasında yapılan
bir karşılaştırmayla, bu yazarların, yararlandıkları kaynağı yanlış
anlamaları nedeniyle önemli noktalarda bütünüyle hata yaptıkları
görülebilir (India, 242). Bîrûnî’nin, Tahkîk mâ li’l-Hind’de
(India, 219) Kaynaklarını sorgulamadığı ve kontrol etmediği için Yakup
b. Târık’a yönelttiği eleştiri, her ne kadar pozitif bilimlere ait bir
hususa işaret ediyor olsa da, onun buradaki metodolojik yaklaşımı dinî
meselelerde de doğrudur. Eleştiri gereklidir; fakat haklı olmalıdır. Bu
nedenle Bîrûnî, kendisinin, konuyu âdil bir eleştiriye tabi tutabilmek
için bütün teorilerle ilgili daima net açıklamalar yapmaya çalışacağını
ve bu açıklamaları, dinî hukuk alanında önde gelen otoritelerine
dayandıracağını ifade eder (India, 112).
c) Tarafsız sunumdur.
Bîrûnî,
Müslüman yazarların, öteki dinlerin öğretilerini, hatta kendi
dinlerindeki diğer mezheplerin öğretilerini bile yanlış biçimde
tanıtmaya aşırı eğilimli olduklarının farkındadır. O, bunun, özellikle
rasyonalist Mutezilîlerin anlatımlarında doğru olduğunu görmüştür ve el-Âsâru’l-Bâkıye’nin
Giriş’inde, tarihsel kayıtlarla karışmış bir halde bulduğu pek çok
yalandan şikayet etmek zorunda kalmıştır (Chron., 5). Yine, Ebû
Ma‘şer’in eserinden bahsederken (Chron., 26), tüm dinleri acımasızca
eleştiren aptal insanlardan söz etme fırsatı bulur. O, bilimsel
tartışmalara tarafgirliğin girmesine imkan veren bu talihsiz tutumdan
yakınmaktadır; zira bu tutum, gören gözleri kör, duyan kulakları sağır
yapar ve insanları, aklın asla yönlendirmeyeceği yollara sevk eder
(Chron., 66). Bu tarafgirlik serzenişi sadece eğitimsiz insanlara
yöneltilmez; zira eğitimli olanlar arasında bile kendi teorilerine o
kadar âşık, bu teorinin diğerlerinden üstün olduğu konusunda kendinden
son derece emin kimseler vardır ve bunlar, rivayetleri tarafsız bir
ruhla incelemek yerine, yüzlerini buruşturarak, küçük görerek veya alay
konusu yapıp gülerek burun bükerler (Chron., 84). Bu kusur, elbette
sadece Müslümanlara özgü değildir. Bîrûnî, Brahmagupta’nın Âryabhata’ya
karşı beslediği kör nefreti ve onu aşağılamasını (India, 189) ve
Syncellus’un (İbn Senkilâ) Sâbiîler hakkında söylediği yalanları
ibretlik örnekler olarak aktarır (Chron., 205).
Bîrûnî’nin
yönteminde ise, o dinlerin mensupları kendi dinine düşman olsa bile,
diğer dinlere karşı asılsız suçlamalarda bulunulmaz (India, 7). Doğru
bilimsel yöntem, başka bir din hakkındaki gerçeklerin, bunlara
inanmasanız bile, mensuplarının anlattıklarından öğrenilmesidir (India,
3). Böyle bir araştırmacı, bu dinlerin öğretilerini, onları çürütmek
maksadıyla değil, sadece gerçeklerin tarihsel bir kaydı olarak izah
edecektir (India, 3, 13; Chron., 332). Bîrûnî, Hindistan’la ilgili
eserinde bunu uyguladığını ifade eder. O, okuyucunun önüne, Hinduların
değişik konulardaki düşüncelerini, gördüğü şekliyle sunmuş ve bunları
daha açık ve daha anlaşılır hale getirmek için, benzer olduğunu
düşündüğü Grek düşünceleriyle ilişkilendirmiştir.
Bu sunumun bir zorluğu, Bîrûnî’nin de kabul ettiği gibi, bir dinin düşünce dünyasında çok makul olan bazı terimlerin, meselâ apotheosis [tanrılaştırma]**
teriminin, başka inanç sahibi insanlar için son derece aşağılayıcı
olmasıdır (India, 17). Dolayısıyla, bir teoriyi anlatırken, başka inanca
sahip okuyucuların zihninde yersiz bir önyargı oluşturmayacak, ama
ilgili teoriyi de gerçekten yansıtacak terimleri seçmek zordur.
Bîrûnî,
bazı dindar Müslümanların, küfür ve sakıncalı kabul ettikleri pek çok
teori ve uygulamanın ayrıntılı olarak açıklanmasına itiraz edeceklerinin
de farkındadır. Bununla birlikte o, şu kanaattedir: Mademki kendisinin
amacı konu hakkında bilgi vermektir, o halde, bir Müslüman için,
başkalarının inançlarını izah etmek ve dinî uygulamalarını açıklamak
tutarsız bir davranış değildir (India, 4). Onun açıklaması tartışmacı
değil, nitelendiricidir (India, 112); zira ancak böyle bir açıklama,
herkesin onayını kazanabilir. Yahudi ve Hıristiyanların Fısıh bayramı
hesaplamalarını değerlendirirken, şöyle yazmaktadır:
“Şu
ana kadar geçen her konuda amacımız, bilimsel gerçekleri izhar etmek,
iki grup arasında vasıta olmak ve onlar arasındaki farklılıkları çözüme
kavuşturmak olduğu için, burada söz konusu iki mezhebin (ve
başkalarının) yaklaşımlarını, neye taraftar, neye karşı oldukları ortaya
çıksın diye, kendi görüşlerine uygun biçimde kaydettik. Sonra kendi
açımızdan görünen gerçeği onlara açıklamak için onların beyanlarını
samimi olarak değerlendirdik ve görüşlerine itimat ettik. Bu konuda bize
şu arzumuz rehberlik etmiştir: İki grup da, onların açıkladıkları
kanunları incelerken, herhangi bir grubu desteklemediğimizi veya
gerçekleri saklamadığımızı her türlü şüpheden uzak bir şekilde bilsin ve
kalbi, bizim farklı görüşlerimize itiraz etmesin; zira bu kanunlar
oldukları gibi bırakılırlarsa, şimdiye kadar pek çoğunu açıkladığımız
karmaşa ve yanlıştan kurtulmak mümkün olmaz (Chron., 322).
İnatçı
kişilerle tartışmanın elbette faydası yoktur (Chron., 68), zira onlar
gerçeği görmeyi reddederler. Bununla birlikte eski halkların bize
intikal eden tarihlerini ve geleneklerini dikkatlice toplamak (her ne
kadar bu, bize, en iyi ihtimalle onların gelenek ve prensiplerinin kalıntılarını
sunsa da), geleneklerini ve görüşlerini birbirleriyle karşılaştırmak,
dinlerinin günümüzde geçerli değişik kabulleri hakkında değişik din ve
mezheplerin yaşayan mensuplarına danışmak, bize gelen tüm rivayetleri
mümkün olduğunca tashih etmek ve tarafgirlik ruhunun tüm izlerini
kendimizden uzaklaştırmak suretiyle, başka dinlerle ilgili âdil ve
tarafsız bir çalışma yapmak mümkündür (Chron., 4, 5).
Bîrûnî,
temel güçlüklerin farkındadır; nitekim, bunun, takip edilmesi kolay bir
yöntem olmadığını itiraf eder (Chron., 5). Terminoloji probleminin
ortaya çıkardığı zorlukların (India, 17) ve açıklamalarını güçlü
kanıtlarla desteklemesi gerektiğinin de farkındadır (Chron., 14):
“Bu
nedenle, doğruluğunu gösteren yazılı bir kaynakla veya hâkim görüşe
göre güvenilirlik şartlarına sahip bir rivayetle doğrulanmadıkça, benzer
bir konudaki herhangi bir rivayeti kabul etmemek daha iyidir”.
Hiç
kuşkusuz bazen kitabî delil getirmek mümkün olmaz. Bu noktada
Harezmlilerin durumundan bahseder. (Harezm’i) fetheden Kuteybe b. Müslim
el-Bâhilî, onların din adamları ve eğitimli insanlarını öldürmüş,
kitaplarını yakmıştır. Bu nedenle, onlar, artık tamamen câhil kalmışlar;
yalnızca hafızada tutulabilen bilgilere dayandıkları için,
farklılaştıkları meseleleri tamamen unutmuşlar ve sadece genel mutabakat
olan meseleleri akıllarında tutmuşlardır.
Bîrûnî,
eksiksiz bir biçimde korunduklarında bile, metinleri incelerken
karşılaşılabilecek zorlukların da farkındadır. O, bulunabileceğini
duyduğu yerlerden el yazmalarını temin etmek için hiçbir zahmet ve
masraftan kaçınmadan sarf ettiği çabaları anlatır. Kendisine dil
öğretebilecek ve inançlarını açıklayabilecek yerli bilim adamları bulmak
için de benzer bir çaba sarf etmiştir (India, 12). Bununla birlikte,
tercümeyle ilgili de sıkıntılar vardı ve bu nedenle Bîrûnî, doğru ve
açık olmak, kullandığı tüm terimlerle ilgili yeterli açıklamayı yapmak
için her türlü önlemi alarak Arapçaya çeviri noktasında takip ettiği
yöntemini açıklama zahmetine girişir (India, 13). İki önemli eserin,
yaratılmış tüm varlıkların tanıtımı ve menşeini anlatan bir eser olan Samkhya ile ruhun bedenin zincirlerinden kurtuluşunu anlatan bir eser niteliğindeki Patanjali’nin
tam tercümesini nasıl yaptığını bize açıklar; zira bu iki eser, Hint
düşüncesiyle ilgili çalışmada önem arz eden konuların çoğunu
içermekteydi (India, 4).
el-Âsârû’l-Bâkıye’nin
İngilizce tercümesindeki Giriş’te (Chron., IX-XIII) Sachau, Bîrûnî’nin
özenli yöntemini, sahteliğe düşman oluşunu, hakikat aşkını, eleştirel
zekasını, incelediği sistemlerin görüşlerini açıklarken gösterdiği büyük
başarı derecesini takdir eder. Bununla birlikte, kitaplarında, ehl-i
sünnete duyduğu saygı nedeniyle üslubunu sertleştirdiği; özellikle
Araplara derin nefret beslediğini ve İran’a ait şeylere çok düşkün
olduğunu açıkça gösteren pek çok bölümde, tarafsızlık konusundaki
amacını tam olarak gerçekleştiremediği görülür.
B. Kuramsal Konular
İncelediği
değişik dinlerin inanç ve uygulamalarıyla ilgili açıklamalarının yanı
sıra, Bîrûnî, birtakım genel dinî meseleleri de ele almaktadır.
1. Putperestlik
Tanrılarla
ilgili putlardan ve putlara yapılan günlük ibadetten etkilenmeyen
hiçbir Hindistan araştırmacısı yoktur. Bu, Hinduizm’le sınırlı olmayan
bir din meselesidir. Bîrûnî, putperestlik uygulamasının menşeini, insan
doğasının yapısında keşfedebileceğini düşünür. Soyut düşünce bazen
sıradan bir insanın sınırlarını aşar. Herhangi bir yer veya zamanda
soyut düşünceyle uğraşan seçilmiş insan sayısı oldukça azdır. Sıradan
insanlar soyut düşüncelerden hiç hoşlanmaz ve duyulur şeyler dünyasıyla
ilgilenmeyi tercih ederler. Bu nedenle, sadece Hindular arasında değil,
aynı zamanda Maniheistler, Yahudiler ve Hıristiyanlar arasında da dinî
liderler, sıradan insanları zihnen tatmin etmek için dinî konularla
ilgili resimli simgeler kullanırlar. Bîrûnî, eğitimsiz Müslümanların
bile, kendilerine Peygamber veya Kâbe resmi sunulduğunda, sanki gerçek
bir şeyin önündeymiş gibi, sembolü değil, aslını görüyormuş gibi
düşünerek, bu resmi görme hazzıyla, resmi öpmeye, okşamaya başlayacağına
ve önünde toprağa kapanacağına inanır. Putların yapılmasına yol açan da
işte buydu. İnsanlara, dinleriyle ilgili bazı kişi ve heykelleri kutsal
saymaları öğretilmiş olmalıdır. Fakat insanlar, duyulara hitap eden bir
tasvirini görmeden, bunları nasıl kutsal kabul edebilirler? Böyle bir
heykel yapıldıktan bir müddet sonra insanlar heykelin aslını unutmuş ve
bu heykeli, sanki aslıymış gibi, kutsamaya başlamışlardır (India, 53).
Bîrûnî,
Tanrı’nın, hakikati açıklamak üzere insanlara peygamberler
göndermesinden önce, bütün insanların putperest olduğunu iddia eden
teorisyenlerin olduğunu bilmektedir (India, 54). Başka teorisyenler de,
insanların başlangıçta gerçek dine sahip olduklarını, ancak daha sonra
putperestlik yanlışına düştüklerini ve putperestliğin ne zaman başladığı
konusunda teorileri olduğunu açıklamaktadırlar. Bîrûnî’nin ifadesine
göre, Yahudiler, putperestliğin ilk kez İbrahim’in büyük büyük babası
Sârûğ zamanında ortaya çıktığını iddia ederler. Burada, Bîrûnî’nin,
Yahudi bir bilgi kaynağından aldığı bir rivayeti yeniden şekillendirdiği
anlaşılmaktadır; zira bilinen Yahudi teorisi şöyledir: Toprak ve kili
birlikte yoğurup heykel haline getirerek ilk putu yapan Enoş’tur. Enoş
bu heykele üflediğinde, şeytan heykelin içine girmiş ve onu yürütmüştür
(karş. Targum Yeruşalmi, Tekvin 4:26 ve bu cümleyle ilgili Rabbi
yorumcular). Bununla birlikte, Yahudiler, Sârûğ’un, oğluna falcılık ve
büyücülük sanatlarını öğreten bir putperest olduğunu kabul ederler
(Jubilees, 11:1-10). Bîrûnî’nin anlattıklarına göre, Romalılar,
putperestliği icat edenin, öldürdüğü kardeşinin heykelini yapan Romulus
olduğunu düşünürler; Hindular ise, putperestliği, tanrı İndra’nın
kendisine birkaç kez görünmesi nedeniyle kral Ambarişa’nın ya da ateşte
ilâhî bir suret gören Nārada adlı bir Brahman’ın icat ettiğine ilişkin
rivayetlere sahiptirler (India, 54-55). Bununla birlikte, putlar
yalnızca eğitimi olmayan insanlar içindir ve Bîrûnî, eğitimli
Hinduların, Tanrı’nın heykelinin asla yapılamayacağını bildiğini
göstermek üzere Gita’dan alıntı yapar (India, 59).
Bîrûnî’nin
bize anlattığına göre, putperest Araplar, kendilerine Tanrı katında
şefaatçi olmaları için putlara tapıyorlardı (India, 59). Grekler ise,
putları, kendileriyle İlk Neden arasında bir vasıta olarak görüyorlardı;
zira ibadet esnasında İlk Neden’e hitap edilemezdi. Grekler de putun,
ilk olarak yalnızca ölüleri anmak ve yaşayanlara teselli vermesi için
yapılmış bir hatırlatıcı, bir anıt olduğu; ama daha sonra bu asıl
unutulunca, putperestliğin saçma bir şey haline geldiği yönündeki
teoriyi biliyorlardı (India, 59, 60). Bîrûnî’nin açıklamasına göre,
Halife Muaviye de Sicilya’yı fethettiğinde gördüğü putlar hakkında bu
düşünceyi benimsemişti.
2. Sünnet [Gelenek]
Bir
Müslüman olarak, Bîrûnî, dinî geleneğin (sünnetin) bağlayıcı gücünü ve
inananların hayatlarında uygulayabilecekleri bir model olarak önemini
çok iyi biliyordu; fakat Tahkîk mâ li’l-Hind’de (India, 275), değişik meselelerin neden dinî kurallar başlığı altında ele alındığını açıklamak üzere,Hintliler’in Samhitā’sından
bir bölümü tasvip ederek alıntılar. Normalde insanlar, muhtemelen
kaynakları araştırır, temel kavramları analiz eder ve belki de bunları
terk etmeye yönelirler; buna karşın, dinî buyruklar güvenle kabul
edilir, ciddi biçimde araştırılmaz ve tartışılmaz. Bîrûnî’ye göre, sert
ve verimsiz bir yerde doğan insanlar için de durum buna benzer. Onlar
başka hiçbir şey bilmedikleri için, anavatanlarını sevip hürmet ederler
ve buradan ayrılmak onlara zor gelir. Dolayısıyla, bazı şeylerin, dinin
kuralları veya dinî hukuk kapsamına girdiği yerlerde, bunlara bağlılık Sünnet [gelenek] haline gelir ve kaldırılması mümkün olmaz.
3. Kutsal Kitaplar
Sünnî
İslâm teorisine göre Kur’ân nihaî vahiydir ve mutlak anlamda Tanrı
Kelâmı olduğunu iddia edebilecek yegâne kitaptır. Bu nedenle, diğer
dinlerin mensuplarının elinde bulunan kutsal metinlerin, Müslüman
kelâmcılar için bir problem ortaya çıkarması kaçınılmazdı. Bunlar,
Kur’ân’ın [Hz.] Muhammed’e vahyedilmesinden önce indirilen gerçek vahiy
nüshaları mıydı, yoksa önceki kutsal kitapların nüshaları kılığına
sokulmuş insan-yapımı koleksiyonlar mıydı? Sünnî bir “kutsal kitap
doktrini” Müslümanlar arasında tedricen oluşmuştur. El-Âsâru’l-Bâkıye’nin
Ramazan ile ilgili bölümünde (Chron., 332, 333) Bîrûnî, Müslüman
âlimlerin ortaya koyduğu bu sünnî öğretinin bir kısmını, yani tüm kutsal
kitapların Ramazan ayında vahyedildiğini (Suhuf’unİbrahim’e Ramazan’ın ilk günü, Tevrat’ın Musa’ya altısında, Zebûr’unDavud’a on ikisinde, İncîl’inİsa’ya on sekizinde, Furkân’ın[Hz.]
Muhammed’e yirmi dördünde vahyedildiğini) açıklayan kısmını iktibas
etmektedir. Kur’ân’ın Ramazan ayında indirildiği gerçeği, bu kitabın
kendi öğretisidir (Bakara, 2/185), ama hangi gün indirildiğine ilişkin
herhangi bir ifade yoktur. Eğer Enfâl suresinde (8/41) bahsedilen Furkân Kur’ân
anlamına geliyorsa, bu durumda o, iki ordunun karşılaştığı gün, yani
muhtemelen Bedir Savaşı günü indirilmiştir. O halde, Enfâl, 8/41,
Ramazan’ın on yedisine işaret ediyor olabilir. Kur’ân’da diğer Kutsal
Kitapların ne zaman indirildiği hakkında herhangi bir ifade bulunmaz.
Yahudiler, der Bîrûnî, Tevrat’ın, Sivan ayının altısında indirildiğini
(bkz. Targum Sheni (Ester), III/8) iddia etmektedirler; ancak
Sivan’ın Ramazan’a tekabül edip etmediğini tespit etmek mümkün değildir.
Bîrûnî, İncil hakkında mantıklı olarak bu kitabın belli bir günde
vahyedildiği iddiasının, onu hiç okumayan veya onun yazılması ve
düzenlenmesi hakkında hiçbir şey bilmeyen bir kimseye ait olabileceğini
ifade eder. Davud’un Mezmurları ve İbrahim’in Suhuf’unun ne
zaman vahyedildiğini de hiç kimse bilmemektedir ve herhangi bir kimsenin
bunu öğrenmesi de mümkün değildir; dolayısıyla, bu meseledeki gerçeği
yalnızca Tanrı bilir.
Bu
ifadeden açıkça anlaşılıyor ki, Bîrûnî, Yahudi ve Hıristiyanların
ellerindeki Eski ve Yeni Ahit nüshalarının, aslında bu topluluklara
vahyedilen kitapların nüshaları olmadığı yönündeki popüler görüşü
benimsememektedir. Bîrûnî’nin bu kitaplar hakkında bilgisi kurduğu
kişisel bağlantılardan gelmektedir. Tevrat ve Peygamber Kitaplarının
İbranice (India, 18), Yeni Ahit’in Süryanice yazıldığını
bilmektedir. Muhtemeldir ki, o, Süryanice Eski Ahit’i de biliyordu. Bu
kitapları okumuş ve onlardan alıntı yapmıştır. O, ayrıca, Hinduların,
Maniheistlerin, Samirîlerin, Sâbiîlerin ve Zerdüştîlerin de kutsal
metinleri olduğunu, hatta bazı Hıristiyan mezheplerin kendilerine ait
İncillere sahip bulunduklarını bilmektedir (Chron. 207).
Bîrûnî, kendi görüşünü açıkça söylememektedir; fakat onun pratikteki
tutumu, bu kitapların, değişik inançların gerçek kutsal metinleri
olduğunu, yani onların inanç ve dinî uygulamaları için gerçek kitabî
delil olarak kullanılabileceğini kabul etmektir.
4. Kozmolojiler
Bîrûnî,
kendi anlayışlarına göre ilâhî vahiy içeren kutsal metinlere sahip
bütün değişik toplulukların, varlıkların başlangıcına ilgi duyduklarını;
evren ve insanın yaratılışıyla ilgili kendilerine ait hikâyelerinin ve
evrenin ne kadar daha varlığını devam ettireceğine ilişkin kendi
hesaplamalarının olduğunu görmüştür. Başka bir deyişle, bu toplulukların
kendi kozmolojileri ve eskatolojileri vardı. Bîrûnî, bu yaratılış
hikâyelerinin hepsine kuşku ile yaklaşır (Chron., 13, 14, 112).
Yaratılış çok uzun bir zaman önce gerçekleşmiştir ve bu (yaratılış)
hikâyelerinin en eskisinde bile, (yaratılışla bu hikâye arasında) kopuk
bir zaman dilimi vardır ve bu dönem hakkında bağlayıcı delillere değil,
sadece akılda kalan bilgilerle nakledilen ve bu nakil sırasında her
türlü tahrife maruz kalan hikâye ve rivayetlere sahiptirler.
Dolayısıyla, yaratılış hikâyeleri tarihsel anlatımlar olarak kabul
edilemez; onlar mitoloji dünyasına aittirler. Evrenin, varlığını ne
kadar daha devam ettireceği konusunda da farklı düşünceler vardır.
Zerdüştîler, evrenin 12 bin yıl, Budistler bir milyon yıl daha var
olacağını düşünüyorlardı. Diğer topluluklar ise, döngüsel bir sürece
inanıyorlardı: Bir döngü bitip bütün varlıklar yok olduğunda yeni bir
dünya varlık sahnesine çıkar ve daha sonra bu yeni döngünün
başlangıcında yeni bir yaratma olur (Chron., 112). Bu durumda
her yeni döngü, kendi Âdem ve Havva’sına sahip olacaktır ya da değişik
ırk ve dillerden bahsetmek istediğimizde pek çok Âdem ve Havva ortaya
çıkacaktır. Bu bağlamda, Bîrûnî, Saîd b. Muhammed ez-Zühlî’nin kitabına
atıfla, İranlıların ilk insan çifti ve onların yeryüzündeki cennetiyle
ilgili hikâyesini anlatır.
5. Şeytanlar
Harezmliler
arasında cin ve kötü ruhların olumsuz etkilerini ve zararlarını
uzaklaştırmak için belli zamanlarda uygulanan koku ve buhur
ritüelleriyle ilgili açıklama, Bîrûnî’yi, bu tür kötü ruhların
kaynağıyla ilgili teorilerden söz etmeye sevk etmiştir (Chron., 237).
Kur’ân, cinlerin varlığı ve onların insanlarla irtibatları konusunda
hiçbir şüpheye yer bırakmaz. Bîrûnî’nin açıklamasına göre, en meşhur
filozoflar da onlara inanmışlardır. Aristoteles, onları “beşeri
varlıklar” olarak adlandırır; hava ve ateşten oluşan varlıklar olarak
tanımlar. Bîrûnî’nin açıklamalarına göre, Mısırlı bir Ya’kubi olan ve
öğretisi Mısır fatihi Amr b. Âs tarafından da takdir edilen Yahya
en-Nahvî (Barhebraeus, Muhtasar, 175, 176), bu varlıkları hata
yapan ruhların temizlenmemiş olanları olarak tanımlamıştır; bunlar,
bedenden ayrıldıktan sonra, yanlışları ve başarısızlıkları nedeniyle
hakikati bulamayacakları ve aslî hallerine geri dönemeyecekleri için,
şaşkın bir şekilde dolanıp dururlar. Bîrûnî, Mani’nin de, Maniheist
kitaplarda detaylandırılan benzer düşüncelerini bilir; ama bu kitaplarda
gördüğü ifadeler o kadar kapalıdır ki, onları izah etmeyi göze alamaz.
Bîrûnî, Harezmlilerin yaptıkları gibi bazı önlemlerin, bu ruhlara karşı
etkili olmasını imkânsız görmez. Bazı kimselerin bu tür koruyucu
önlemleri hor gördüğünü ve alay ettiğini bilmektedir; ama hor görmek bir
delil olamaz. Buna karşın, Galen gibi, kötü ruhların olumsuz etkilerine
karşı koruyucu önlem olarak kullanılan tılsım ve duaların etkisini
görmüş olan bazı seçkin bilgeler, bu önlemlerin faydasını kabul
etmektedirler. Bîrûnî de, özellikle gökbilimsel etkileri açısından, bu
önlemlerin kullanılmasından yanadır.
6. Kıble
Namaz
kılan her Müslüman Mekke’deki Kâbe’ye yönelir. Bu, Karşılaştırmalı
dinler tarihinde ilginç bir konuyu ortaya çıkarır: İbadet için bir yere
yönelme. Müslümanlar için Kâbe kıble, yani ibadet yönüdür. İslâm’ın ilk
yıllarında kıble Kudüs’tü. Bîrûnî, [Hz.] Muhammed’in ibadet yönünü
aniden Kudüs’ten Mekke’ye çevirme tarihinden (Şaban ayının ortasında) ve
bunun kendi toplumu içinde çok tartışma yarattığından bahsederken,
ibadet yönü meselesini ele alma fırsatı bulur. Harrânîler, der Bîrûnî,
ibadet ederken daima güneye yönelirler; zira onların kıblesi güney
kutbudur. Buna karşın, Sâbiîler, kuzey kutbunu kıble kabul ettikleri
için kuzeye yönelirler. Bîrûnî’nin duyduğuna göre, Maniheistler de kuzey
kutbuna yönelirler, çünkü onların inancında kuzey kutbu, evrenin en
yüksek noktası ve gök kubbenin ortasıdır (Chron. 331). Hıristiyanlar
ise, daima, güneşin doğuş yeri olan doğuya yönelir ve kiliselerini de bu
şekilde yaparlar (Chron. 249). Bu noktada Bîrûnî, kendisi de tasvip
ederek, Maniheist bir misyonerin kitabından alıntı yapar. Bu Maniheist
misyoner, insanın başka bir yere değil de belli bir yöne dönmesinin
önemli olduğunu düşündükleri için değişik din mensuplarını eleştirir.
Maniheist misyoner, “Tanrı’ya samimi olarak ibadet eden bir kişinin,
aslında, hiçbir kıbleye ihtiyacı yoktur” şeklindeki yaygın düşünceye
işaret ediyor görünmektedir.
7. Defin Âdetleri
Bîrûnî’nin
irtibatlı olduğu bütün bölgelerde cenaze merasimleri en önemli şey
kabul edilirdi. Nitekim en son kazılardan elde edilen sonuçlar
genelleştirilirse, bu merasimlerin söz konusu bölgelerde her zaman en
önemli şey olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle, Bîrûnî’nin, Tahkîk mâ li’l-Hind’in
73. Bölüm’ünde ölüm ve ölülerin gömülmesi meselesini ele alması
şaşırtıcı değildir. Ona göre, en ilkel âdet, ölülerin açıkta
bırakılmasıydı; cesetler, unsurlarına ayrışması için bir yere
bırakılırdı. Bir kanun adamı bu uygulamayı düzenleyerek, cesetlerin
sadece rüzgâr ile temas edilecek şekilde açıkta bırakılması
sınırlamasını getirmiştir. Böylece insanlar, cesetleri koymak üzere
çatısı parmaklıklarla çevrili binalar inşa etmişlerdir. Bu binaların
duvarları, rüzgârın kolayca içeri girip cesetleri yok edebileceği bir
biçimde yapılmıştır. Bîrûnî, Zerdüştîlerin dakma’larının [sessizlik kuleleleri] bu âdetin bir uyarlaması olduğunu düşünür. Bir sonraki aşama, cesetleri ateşe
atmaktır. Böylece cesetler daha sıhhî bir biçimde yok edilecekti. Bu
yöntemi Hindistan’a Nārāyana getirmiştir; ancak daha önce eski Slavlar
ve Grekler de bu yöntemi uyguluyorlardı. Greklerin ilk dönemlerinde, toprağın yok edebilmesi için cesetler yakılırdı. Budistler, cesetlerini, su yok etsin diye nehirlere atarlardı. Hindular ise, cesetleri yakar ve küllerini akan suya serperlerdi.
8. Dinlerin Sembolleri
Bîrûnî’nin
açıkça tespit ettiği gibi, genel din teorisi açısından küçük ama önemli
bir husus da, bazı temel özelliklerin, genellikle, bir dinin işareti
olarak kullanılmasıdır (India, 24). Bîrûnî’nin açıklamalarına göre, Müslümanlar için bu işaret, sık sık tekrar ettikleri kelime-i şehadettir
(Allah’tan başka ilâh yoktur ve [Hz.] Muhammed O’nun elçisidir).
Hıristiyanlar için teslis, Yahudiler için Şabat’tır. Bîrûnî’nin teslis
ve Şabat’ı işaret olarak kabul etmesi ilginçtir; zira Bîrûnî’nin,
haklarında hayli bilgi sahibi olduğu Melkitler, Yakubiler ve Nasturîler
arasındaki büyük görüş ayrılığının, Mesih’in Şahsı ile ilgili doktrini
kendilerine özgü yorumlamalarından kaynaklandığı bilgisine sahip
olduğunu kabul etmeliydik. Yine onun, Yahudi dinî işaretini de Dinî
Hukuk’a bağlılıkları olarak göstermesini beklemeliydik. Onun burada
Teslis kelimesi ile Mesih’in şahsının yüceltilmesini, Şabat kelimesi ile
de Dinî Hukuk’a saygıyı ifade etmiş olması mümkündür. Belki daha yüksek
bir olasılık, Bîrûnî’nin, bu hususta, Kur’ân’ın söz konusu dinlerle
ilgili atıflarından etkilenmiş olmasıdır. Bîrûnî’ye göre, Hindûizm’in
işareti tenasüh doktrinidir. Burada belki karma kelimesini kullanmalıydık.
C. Dinler
Bîrûnî’nin,
eserlerinde anlattığı dinler hakkında verdiği bilgiler üzerine detaylı
bir açıklama ve eleştiri, bu metnin sınırlarını aşar. Bu dinlerin çoğu
hakkında, günümüzde, Bîrûnî’nin kendi döneminde sahip olduğundan çok
daha iyi kaynaklara sahibiz. Dolayısıyla, pek çok meselede Bîrûnî’nin
verdiği bilgileri tamamlayabilir ve düzeltebiliriz. Yine de, onun, kendi
döneminde, bu dinlerle ilgili çalışmalara yaptığı katkıya kısaca işaret
edebiliriz.
1. Hinduizm
Tahkîk mâ li’l-Hind’in
İngilizce tercümesine yazdığı Önsöz’de Sachau, Bîrûnî’nin Hint
doktrinleri ve uygulamalarını açıklarken alıntı yaptığı kaynakları
açıklar. İki nedenden dolayı, günümüzde bu alıntıların tamamını basılı
metinlerde bulup tespit etme imkânımız yoktur. İlk olarak, Sanskritçe
bir metnin, söz gelimi Gita metninin, bugün bizim elimizde olan
nüshası ile, kendi döneminde Bîrûnî’nin sahip olduğu nüshanın aynı
olduğunu kesin olarak tespit edemeyiz. İkincisi, Bîrûnî’nin yazdığı
eserin, sonraki nesillere aktarılması esnasında, ne kadar değiştiğini de
tam olarak bilemeyiz. Aynı durum, bir ölçüde, Bîrûnî’nin Grek
yazarlardan yaptığı iktibaslar için de doğrudur. Ayrıca bazı durumlarda,
Bîrûnî’nin, iktibas ettiği eserin metnini görmeyip, kendisine
söylenilenlere veya seleflerinin bu alanda yazdığı bir esere güvenmiş
olma ihtimali de bulunmaktadır. Onun Hintlilerin dini konusunda yaptığı
açıklamanın bir özeti, A. V. W. Jackson’un 1907’de yayımlanan History of India adlı eserinin dokuzuncu cildinde bulunmaktadır (India, 154-199).
Bîrûnî,
halkın dini ile eğitimli Brahmanların dini arasında büyük farklılığın
olduğunu ve bu farklılılığın temel dinî kavramlara kadar sirayet
ettiğini bilmektedir (India, 13). Söz gelimi, eğitimli
Hindular, Baba ve Oğul farklılığı temeline dayalı her türlü
antropomorfizmden uzak dururken, popüler din böyle şeylerle doludur (India, 19)
ve tanrıların aile ilişkilerine dair oldukça ilkel tasvirlere müsamaha
eder. Bîrûnî’ye göre, eğitimlilerin dininde monizme doğru güçlü bir
eğilim bulunurken, popüler din açıkça çoğulcu (pluralist) ve
politeisttir (India, 19). Halk yığınları tanrıların heykellerine büyük
bir saygı gösterirler; onlar için bu heykeller, kendilerine
putperestliğe ait ibadetlerin yapılmasını kabul eden putlardır. Buna
karşın, eğitimliler, Tanrı’ya heykelsiz ibadet etme anlamına gelen sāra’yı
uygularlar (India, 54). Câhil insanlar, cennetin zevklerinin ve
cehennemin acılarının bedensel olacağına inanırlarken, eğitimliler
bunların sadece ruhu etkileyeceğini bilirler (India, 31). İki grup
arasındaki mesafe o kadar büyüktür ki, bir uyum olabilmesi için eğitimli
insanlar, halkın doğru olduğuna inandığı inançlara taviz vermek zorunda
kalmaktadırlar (India, 225, 226).
Bîrûnî’ye
göre, Brahmanların öğretisi Hindistan’ın gerçek öğretisini
yansıtmaktadır; bu nedenle, o, açıklamalarını, Brahmanların inandıkları
ve düşündükleri hakkında tespit edebildiği bilgilere dayandırmaktadır
(India, 19). Bununla birlikte, o, Brahmanları, Müslümanların tamamen
aksine, teolojik tartışmalara çok eğilimli bulmamaktadır (India, 10).
Ayrıca onlar, araştırmacılara, ne kadar hevesli ve samimi olsalar da,
yardımcı olmamaktadırlar. Bîrûnî’nin tespitine göre, diğer halklar
üzerindeki üstünlüklerine o kadar inanmışlardır ki, onlarla
evlenmedikleri, yiyip içmek üzere oturmadıkları gibi, onları kirli kabul
etmekte ve onlarla irtibat kurduklarında kendilerinin de kirleneceğine
inanmaktadırlar (India, 10). O kadar gururludurlar ki, bilmediklerini
asla itiraf etmezler ve herhangi bir durumda “Bilmiyorum” demek
istemezler (India, 84). Tabiatlarındaki aksilik nedeniyle, Müslümanların
gözünde onlar işlerini daima yanlış ve ters bir şekilde yapmaktadırlar
(India, 90). Bîrûnî, yine de, onların kitaplarını elde etmiştir ve
eğitimli insanlar arasında bazı görüş farklılıkları olduğunu bilmesine
rağmen, onların sistemleri konusunda öğrendiklerini açıklamayı göze
alabileceğini düşünmüştür.
a) Tanrı
Onlara
göre Tanrı mutlak ve birdir. Yegâne gerçek varlık odur ve bu nedenle O
diğer bütün varlıkların, yani onun sayesinde varlık sahnesine çıkan her
şeyin kaynağıdır. Başkasına muhtaç değildir, lütufkârdır, almadan veren
sadece O’dur. Başlangıcı ve sonu yoktur, nihaî amaçtır, benzerliklerin
veya farklılıkların ötesinde bir yüceliğe sahiptir ve bu nedenle düşünce
ile algılanamaz (India, 13-15, 38). Hindular, her şeyin Tanrısal bir
özellik taşıdığına inandıkları için monisttirler; söz gelimi, Gita’da, Vişnu’nun, kendisini toprak, su, rüzgâr ve ateşe dönüştürdüğü söylenir [India, 19]. Bîrûnî, bu cümle ile De Causis Rerum of Apollonius’daki
bir cümleyi karşılaştırır. Bu son kitapta o, her şeyde tanrısallık
olması nedeniyle yaratılışta bir birlik olduğu düşüncesine rastlar ve
Pers dilinde Tanrı için kullanılan Hüdâ kelimesinin de bu
anlama gelebileceğini ifade eder. Bîrûnî, Tanrı’nın evrensel neden
olması düşüncesi (India, 14) ile Greklerin ve Sufi mistiklerin İlk Neden
hakkındaki öğretilerini karşılaştırır (India, 15-16).
Oldukça
ilginçtir ki, onun bilgisi genel olarak Vişnuizm hakkındadır. Vişnu
(=Nārāyana) ezelî ve ebedîdir (India, 105), bununla birlikte değişik
zamanlarda değişik adlarla onun bu dünyada göründüğü söylenir (India,
198, 199). Onun bu görünümlerini betimlemek için Tanrı’nın heykellerini
yaparlar; her ne kadar Gita Tanrı’nın bu putlarla
karıştırılmaması gerektiğini açıkça ifade etse de, putlar avam için
değerlidir ve kitleleri kendilerine bağlı halde tutma niyetindeki
rahipler, bir yandan putlara saygı gösterilmesini teşvik ederken, bir
yandan da bununla ilgili olan her türlü hile ve sahtekârlıklara
başvururlar (India, 59). Bîrûnî, Verāhamihira’nın Samhitā’sından
putların yapımını anlatan bir alıntı yapar (India, 56-58) ve bu putlara
hizmet etmeğe adanmış hizmetkâr ve rahiplerden söz eder (India, 58-59).
Bildiği meşhur putlardan da kısaca bahseder (India, 56, 252).
b) Melekler ve Ruhlar
Oldukça
belirsiz ve görünmeyen bir tür maddede yaşayan Melekler hiyerarşide
tanrılardan daha aşağı, fakat insanlardan daha üstün bir yerdedir. Yiyip
içerler, evlenirler, yaşayıp ölürler; fakat doğaları gereği insanların
yapamayacağı pek çok şeyi yapabilirler. Değişik türleri vardır. Deva’lar
(melekler): Kuzey, gökteki mekânlar ve Meru Dağı onlara aittir (India,
44, 118, 121). İbadete eğilimlidirler ve ilâhî buyruklara asla karşı
gelmezler (India, 147). Ayrıca insanların ataları olan Pitara’lar ve Rişi’ler vardır. Yaksha (koruyucu ruhlar), Rākshasa, güneyde yaşayan başka şeytanlar, Nāga (yılan
şeklindeki ruhlar), büyü yapan cinler ve daha alt seviyede başka
şeytanlar da vardır (India, 44). Melekler evrenin yaratılması sürecine
katılmışlardır (India, 164); Bîrûnî bu yaratma sürecini, Platon’un,
babalarının emriyle yaratma işini gerçekleştiren θεοί [tanrılar] ile
ilgili öğretisiyle karşılaştırır. İnsanlar, meditasyonlarına konu etmek
suretiyle, bu varlıklarla birtakım ilişkiler kurabilirler (India, 37).
c) Kozmoloji
Evren
yoktan yaratılmamıştır. Başlangıçta bazılarının “karanlık”, bazılarının
“zaman” ve bazı kimselerin de “doğa” diye adlandırdıkları hareket
ettirilen bir madde vardı (India, 164). Daha sonra su, dalgalanıp
köpürerek her yeri doldurdu ve nihayet ana Yumurta’ya geldi; bu yumurta,
kırıldığında, yarısıyla yedi göğü, diğer yarısıyla da yedi yeri
oluşturdu (India, 109). Bîrûnî bu aslî suyu, “Allah’ın arşı suyun
üzerindeydi” (Hûd, 11/7) şeklindeki Kur’ân cümlesiyle, yumurta teorisini
ise Grek düşüncesindeki benzerleriyle karşılaştırır. Yeri su, suyu
ateş, ateşi rüzgâr, rüzgârı gök, göğü de onun Rabbi yerinde tutar
(India, 112-114). En aşağıdaki yerin altında binlerce başı olan büyük ve
kıvrılmış halde bir yılan bulunur (India, 118). Yer katmanlarının tam
ortasında, yani kuzey kutup yıldızının tam altında, dünyadaki dağ
sistemlerinin düğümü niteliğindeki Dünya Dağı, Meru Dağı vardır (India,
121 vd.). Bîrûnî’nin de farkında olduğu gibi, Meru Dağı Budistlerce de
bilinmektedir. Bîrûnî, bu dağla ilgili efsaneleri, Müslümanların Kaf
dağıyla ilgili efsaneleriyle ve Zerdüştîlerin Ārdiyā efsaneleriyle
karşılaştırır (India, 124, 125). Nehirler bu dağ düğümünden aşağı
akarlar; bunların en kutsalı önceleri yatağı Samanyolu olan ve cennette
akan, fakat (daha sonra) yere indirilen Ganj nehridir (India, 133).
Yerin
üzerinde yedi gök, yedi kubbe gibi yayılmıştır. Güneş, ay, gezegenler
ve yıldızlar bunların arasında yerleşmiştir. Bu cisimlerin hareketlerine
duyulan merak, Hindular arasında astronomi çalışmalarının ortaya
çıkmasına ve astrolojinin büyük bir saygınlık kazanmasına yol açmıştır
(India, 73, 74). Yıldızlar arasında, yıldız olmayan ama ışık yayan
cisimler vardır; onlar kendilerine ebedi bir ödül verilmiş ve göklerde
kristal tahtlara yerleştirilmiş iyi insanlardır (India, 232). Bazı
yıldızların yükselişi sırasında dinî kurbanlar sunulur (India, 247) ve
güneş tutulması esnasında da bazı seremoniler yapılır (India, 255).
Evrenin bileşenleri beştir: (1) puruşa (ruh), (2) avyakta (biçimsiz madde), (3) uyakta (biçimlendirilmiş madde), (4) ahankāra (tabiat), (5) mahābhūta
(beş unsur, yani gök, rüzgâr, ateş, su ve yer) (India, 19, 20).
Yaratılmış olan evren, elbette, büyük bir yangınla son bulacaktır
(India, 165).
d) İnsan
Bîrûnî’nin
Hint insan düşüncesiyle ilgili açıklamalarını, ondan geniş alıntılar
yapmadan vermek zor görünmektedir. Kısaca ifade edilecek olursa, insan puruşa,
yani ruhtur ve bu nedenle de Tanrı’ya aittir, ama maddeyle de
ilişkilidir. Onu maddeye bağlayan cehaletidir; dolayısıyla, maddeden
kurtuluşu bilgi sayesinde olacaktır (India, 19-22, 33, 34). Bu düşünce,
Sokrates’in ruhun kurtuluşunun bilgiyle olacağı yönündeki öğretisiyle
karşılaştırma yapmaya davetiye çıkarmaktadır (India, 35). Bununla
birlikte, insan, hayatı boyunca ancak çok az şey öğrenir; bu nedenle
daha çok şey öğrenebilmesi için yeniden doğarak dünyaya gelir. Bu,
Hinduların meşhur ruh göçü doktrinidir (India, 22-29). Kurtuluşun amacı
ruhun Tanrı’yla birleşmesidir (India, 39, 40); ama bu kurtuluş/mokşa
(India, 34) ancak bir dizi reenkarnasyondan sonra gerçekleşebilir.
Elbette, insan, tek bir enkarnasyonla herhangi bir bilgi edinemez,
bilakis cehalete daha da bulaşmış olur. Dolayısıyla, reenkarnasyonu
yöneten ahlâkî bir amaç vardır: Her yeni enkarnasyon bir önceki yaşamın
faziletine ve başarısına bağlıdır; karşılık ise davranışa göre değil,
niyete göre belirlenir (India, 31). Ruh göçü sürecinde dört dünya
vardır: Madhyaloka diye adlandırılan normal dünyamız, svarloka diye adlandırılan üst dünya, yani cennet, nāgaloka adıyla
alt dünya, yani cehennem (reenkarnasyona hazır olmadan önce bir
süreliğine cennette iyi davranışlar için ödül alınır, cehennemde ise
kötü davranışlar için ceza çekilir) ve tiryagloka, yani hayvan
ve bitkilerin irrasyonel dünyası; cennete çıkmaya layık olamayan, ama
cehenneme gidecek kadar kötü olmayan ruhların yeridir burası. Değişik
kötülük türlerine kefaret olacak şekilde tasvir edilmiş çok sayıda
değişik cehennem vardır (India, 29, 30). Pişmanlık ve kefaretle bu
cehennemlerden kurtulmak mümkündür (India, 32). Kötülükten uzak durmak
bilgiyi arttırmanın kesin bir yolu olduğu için, erdemli davranış biçimi
de kurtuluşun anayoludur (India, 35-37).
Bu
konu, Bîrûnî’ye, Grekler ve sufilerin benimsedikleri benzer düşünceleri
hatırlatmış ve o da bu görüşleri açıklamıştır (India, 28, 29, 32, 37,
40-43). Bîrûnî ayrıca daha önceki Müslüman yazarların bu konuyla ilgili
görüşlerini de zikretmektedir. Bîrûnî’nin Vyāsa’dan yaptığı şu alıntıyı
da burada not etmek ilginç olacaktır: Eğer insanlar unsurları yeterince
öğrenirlerse, hangi dine mensup olduklarının bir anlamı olmayacaktır;
zira kurtuluş konusundaki nihaî sonuç her halükarda aynı olacaktır
(India, 22).
e) Kutsal Kitap
Tanrı,
mokşa’ya giden yolu bulabilmesi için insanı yalnız bırakmamış; Kutsal
Kitap aracılığıyla ona hakikati vahyetmiştir. Bîrûnî, tıpkı Kur’ân gibi,
Veda’nın da “gönderilmiş” olduğunu düşünür (India, 14). O,
Hinduların yüce kutsal kitabıdır. Vezinli bir yapıya sahiptir; önceleri
yazılmamış; nağmeli bir şekilde okunmuş ve dolayısıyla sözlü olarak
sonraki nesillere aktarılmıştır. Bu nakil sürecinde bazı bölümleri
kaybolmuştur (India, 60-62). Şimdiki durumda ilâhî niteliğe sahip ve
eşsiz dört Veda bulunmaktadır. Vedalar, günlük yaşamla, yapmaları ve
yapmamaları gereken şeylerle ve ibadetleri esnasında riayet edecekleri
kurallarla ilgili prensipleri içermesine rağmen, Vedalar’ı okuyan
Brahmanlar, Bîrûnî’nin tespitine göre, bu kitapların büyük bir bölümünü
anlamazlar. Hinduların Bîrûnî’ye söylediklerine göre, Vedalar,
Kşatriyalar’a okunabilir; ama onlar Vedaları öğretemezler. Vaisyalar ve
Sudralar ise Vedaları dinleyemezler (India, 60). Döngüsel süreç
teorisini benimseyenler, Vedanın her döngünün başlangıcında
yenilendiğinden söz ederler (India, 73, 190, 197). Purānalar Rişiler tarafından yazıldığı için beşeri bir kökene sahiptir (India, 63). Yirmi Smriti
kitabı, Vedalar’dan türetilmiştir. Bunların dışında, mistik
uygulamalar, teosofi, hukuk, astronomi, kehanet vb. için kurallar içeren
başka kitapları da vardır. Bunlar arasında Mahābhārata özel
bir yere sahiptir. Hindular bu kitaba büyük saygı gösterirler ve onun,
diğer dinî kitaplardaki her şeyin bir özetini içerdiğini düşünürler
(India, 64, 65). Bîrûnî, OM sözcüğüyle ilgili mistik doktrini bilmekte
ve bunu, YHVH (Tetragrammaton) mistisizmi ile karşılaştırmaktadır.
f) Toplum
Onun
dünyasında insan, ister istemez toplumda organize olur. Hint toplumu
kesin bir şekilde katmanlara ayrılmıştır. Devlet ve Mabet, insan
topluluğunun daha iyi gelişmesi için ayrılmaz şekilde birleşmiştir.
Başka ülkelerde olduğu gibi, düzen içinde tutulması için, toplumun
refahı için yapılması gereken değişik zorunlu işlere göre, toplum
gruplar halinde tertip edilmiştir. Müslümanlar, dindarlık dışında
herkesin Allah katında eşit olduğunu kabul ederken, Hindular toplumu
azalan önem sırasına göre kastlara bölmüşlerdir: Brahmanlar,
Kşatriyalar, Vaisyalar, Sudralar ve hiçbir kasta dâhil olmayanlar.
Onlara göre bu kastlar ilâhî olarak takdir edilmiştir ve herhangi bir
kimsenin, kendi kastından ayrılmak istemesi günahtır (India, 48-50).
Grekler
gibi, onlar da toplum içindeki hayatlarını düzenleyen kuralların,
Rişiler’den kendilerine geldiğini ve bu nedenle salt beşerî kurallardan
daha fazlasını ifade ettiğini düşünürler (India, 51, 52). Kurallarla en
çok kuşatılan, Brahman’ın yaşamıdır; çünkü o toplumun en önemli
üyesidir. Diğer kastlara da verilen görevler olmasına karşın (India,
270, 271), Brahman’ın tüm yaşamı, yedi yaşından ölümüne kadar, tamamen
belirlenmiştir (India, 267-270). Brahman bu sistemde din adamıdır ve
onun yaşamındaki her eylemin, topluluğun esenliği için dinî bir önemi
vardır.
g) Kült
Brahmanlar,
hem genel hem de özel dinî merasimleri idare eden din görevlileridir
(India, 268). İbadetleri; şükür, ta’zim, tapınma ve kıble olarak güneşe
yönelmekten ibarettir (India, 269). Vedalar döneminden beri hem genel
hem de özel olarak (düğünler gibi) kurban uygulamaları yapılmaktadır
(India, 271 vd.). Yeme-içme ile ilgili kuralları çok katıdır (India,
270, 276, 277) ve belirli dönemlerde tutulan oruçları vardır (India,
284, 285). Bîrûnî’nin gördüğü dinî yortuları ve bayramları genellikle
kadınlar ve çocuklar kutlar (India, 287 vd.); buna karşın, zorunlu
olmamasına rağmen, özellikle Benares gibi kutsal sulara ve bazı
mabetlere (India, 274, 275) yapılan hac oldukça ilgi görür (India, 273).
Ateşe çiçek takdim etme ibadetleri de vardır (India, 268). Bîrûnî’nin
gördüğü kadarıyla sadaka, dinî bir görev olarak zorunludur (India, 276).
O ayrıca, evlilik bağının kutsallığına ve dokunulmazlığına, dulların
yakılması geleneğine (India, 278) ilişkin görüşlerden ve kendilerine
özgü cenaze usullerinden (India, 282 vd.) bahsetmektedir. Bîrûnî’nin,
Hint ve Hıristiyan etiği arasında bir karşılaştırma yapması da oldukça
ilginçtir (India, 280).
2. Budizm
Bîrûnî’nin,
Budizm hakkında çok az bilgi verme durumunda kalması şaşırtıcıdır. O,
Buda ismini bilir; ama Budistleri genellikle Şemeniyye (Shamaniyya)
(India, 10) şeklinde isimlendirir ve bu, Grekçe Σαρμχναι, Σαρμάνεδ,
Σαρμανάιοι ve Sanskritçe śramana veya Pali dilindeki samana’yı ifade eden Latince Samanei
isimlerini anımsatır. Bîrûnî’nin ifadesine göre, Zerdüşt’ten önceki
dönemde bütün Horasan, İran, Irak ve Musul Budist’ti (India, 10); fakat
Bîrûnî’nin döneminde Budizm, Hindistan ve Çin’in bazı bölgelerinde ve
Türk kabileler arasında yaygındı (Chron. 206). Onun bizzat gidip gördüğü
yerlerin çoğunda Budizm’in artık yaşamadığı varsayılabilir; bu nedenle,
onun Budizm’le ilgili bilgileri genellikle ikinci eldir. Bîrûnî,
Budistlerin Brahmanlardan nefret ettiğini bilmektedir (India, 10). Onlar
putperesttirler ve onların yaptığı pek çok put hâlâ görülebilir
(Chron., 206). Hindular gibi, onlar da ruh göçüne (Chron., 206) ve
dünyamızın büyük bir yangınla son bulacağına (India, 166) inanırlar.
Buna karşın dünyanın ne kadar süre daha devam edeceği konusunda
aralarında farklılıklar vardır; bazıları bir milyon yıl süreceğini,
bazıları ise ebediyen devam edeceğini söyler (Chron., 206). Bîrûnî,
Buda’nın Hindistan’a bir peygamber olarak gönderildiğini bilmektedir
(Chron., 207); ayrıca buda, dharma ve sangha hakkında
da bilgi sahibidir (India, 20). Buna karşın Budizm’i tam olarak
anlayabilmiş değildir ve ölülerin suya atılarak yok edilmesi emrini
verenin Buda olduğunu düşünür (India, 284). Buda’yı iki kez Buddhodana şeklinde
isimlendirmesi metin bozukluğundan kaynaklanmış olabilir. Öyle
görünüyor ki, Bîrûnî, Budistlerin kutsal kitaplarının olduğunu
biliyordu; zira “Bilinmeyenin bilgisi” üzerine Buda’nın yazdığı bir
kitaptan bahsetmektedir (India, 75); ama bizim bildiğimiz (Budist)
kutsal kitaplarını hiç görmemiştir. Dilbilgisi ve astronomi üzerine
yazılmış iki eser dışında, Hint kitapları arasında atıfta bulunduğu
hiçbir Budist metin yoktur (India, 65, 75). Budist mezheplerinden
yalnızca “kırmızı giyenler”i zikreder; bunun, bütün Budistleri kapsayan
bir kelime olduğunu düşünmüş olmalıdır (India, 65, 75).
3. Zerdüştîlik
Sachau,
Bîrûnî döneminde Pers ülkesinin taşra kesimlerinde halkın büyük
çoğunluğunun hâlâ Zerdüşt dinine mensup olduğunu düşünürken muhtemelen
haklıdır. Büyük şehirlerde de onların büyük cemaatleri vardı; zira şimdi
biliyoruz ki, İslâm dininin halk arasındaki yayılışı, bu bölge İslâm
hâkimiyeti altında olmasına rağmen, yavaş olmuştur. Dolayısıyla,
Bîrûnî’nin Zerdüşt dinine tabi insanları bulması ve onlardan inançları
ve uygulamaları hakkında gerekli detayları öğrenmesi bir sorun
olmamıştır. Hatta yazılı kaynaklar bile kullanmış olabilir; çünkü
onların yazılı eserleri, bize ulaşandan çok daha fazla bir şekilde onun
zamanında mevcuttu.
Bîrûnî’nin
“İran topraklarında Zerdüştîlik Budizm’in yerini almıştır” (India, 10)
şeklindeki şaşırtıcı düşüncesine daha önce dikkat çekmiştik. O, her ne
kadar saf bir formu kendi döneminde bulunmasa da, Zerdüşt’ten önce bir
Mecusilik dininin olduğunu biliyordu (Chron., 318). Bîrûnî’nin
açıklamalarına göre, ilk İran dini Zerdüşt’ten önceki dönemde güneşe,
aya, göksel cisimlere ve aslî unsurlara ibadetti (Chron., 204).
Bîrûnî, Zerdüşt’ün bir peygamber olarak Azerbeycan’da ortaya çıkışına,
Bactria’da dinini açıklamasına, Kral Gustasp’ın kendisine inanmasından
sonra dinini yaymasına ve Çin sınırlarından Yunan İmparatorluğu
sınırlarına kadar ateşgedeler yaptırdığına ilişkin meşhur rivayeti
aktarır (India, 10). Bîrûnî, Zerdüştîliğin ne kadar süre sonra devlet
dini haline geldiğini (India, 11); kendi döneminde Zerdüştî cemaatlerin
bulunduğu Soğd ve Hindistan’a Zerdüştlîğin ne zaman girdiğini
bilmektedir (India, 11).
Daha
önce işaret ettiğimiz başka halkların bir Dünya Dağı (India, 125) ve
ölülerini sessizlik kulelerine bırakmaları (India, 283) hakkındaki
düşüncelerini Zerdüştîler de paylaşmaktadır. Varlıkların başlangıcına
ilişkin kendilerine özgü öğretileri vardır; Bîrûnî, Ehrimen ile garip
bir varlık olan ve Tanrı’nın terinden meydana gelen Gayomars arasındaki
mücadeleye ilişkin duyduğu iki rivayeti aktarır. Bu mücadelenin sonunda
ilk insan çifti meydana gelir (Chron., 99, 100). Bîrûnî ayrıca
Feridun’un büyük şeytan Dahhâk’ı yakalayıp bağlaması hikayesini anlatır
(Chron., 223). Önemli bir nüfuza sahip olan din görevlileleri, Mobadlar
ve Herbadlar’dı (Chron., 100). Bîrûnî, Zerdüştîlerin oruç tutmadıkları
(Chron., 230) ve Yahudilerdeki “kayınla evlenme”ye*
benzer bir evlilik âdetlerinin olduğu (India, 53) dışında, onların dinî
âdetleri hakkında çok az şey söyler. Kutsal kitapları, sıra dışı ve
fısıltılı bir şekilde okunan Avesta’dır (Chron., 129). Büyük İskender
onların dinî kanunlarının büyük bir bölümünü ve âbidelerinin çoğunu
ortadan kaldırmıştır (Chron., 129). Bîrûnî, onların bayram takvimi
hakkında uzun anlatımlar verir ve burada o, onların dinleriyle ilgili
çeşitli bilgileri derlemiştir (Chron., 215-233). Bizi daha çok
ilgilendiren ise, Zerdüştî coğrafyada ortaya çıkan ilginç heretik
hareketlerle ilgili verdiği bilgilerdir. İsa zamanına kadar herhangi bir
bölünme olmadığını söyleyen (Chron., 207) Bîrûnî, daha sonra ortaya
çıkan bölünmeler hakkında bize bilgi sunmaz; fakat Mazdek, Bahafirid ve
İbn Ebî Zekeriyya’nın öğretileri hakkında pek çok ayrıntı vermektedir
(Chron., 209-214).
4. Maniheizm
Bîrûnî’nin
Maniheizm’le ilgili anlattıklarındaki ilginç yön, Mani’nin
öğrencilerinin yazdığı Maniheist kutsal metinlerinin ve kitaplarının
onun döneminde hâlâ mevcut olması ve Bîrûnî’nin bu kitaplardan alıntı
yapmasıdır. Onun döneminde pek çok dağınık Maniheist topluluk vardı ve
Bîrûnî onlarla kişisel bağlantılar kurmuştur (Chron., 209). Bu din
hakkında yazmış başka insanların eserlerini de bilmektedir.
İranşehri’nin Maniheizm hakkında verdiği bilgileri çok takdir etmektedir
(India, 4). Şu da ilginçtir ki, o Mani’yi, Marcion ve İbn Daysan
(Bardaisan) ile birlikte Hıristiyan dairesine yerleştirmiştir (Chron.,
207). Bu, Süryani yazarlar arasında hemen her zaman karşılaşılan bir
gelenekti. Tahkîk mâ li’l-Hind’de Bîrûnî, onların
Hıristiyanlarla yakın ilişkilerine vurgu yapmaktadır (India, 19).
Mani’yi Fâdarûn’un öğrencisi olarak adlandırır (Chron., 207). Fâdarûn
ismi, oldukça muhtemeldir ki, Marcion’un hocasının meşhur bir adı olan Κερδων’un
bozulmuş bir halidir. Bununla birlikte Mani Hıristiyan değil;
Mecûsîlerin, düalistlerin ve Hıristiyanların doktrinlerini öğrenen,
kendini bir peygamber olarak gösteren ve Buda’nın Hindistan’a,
Zerdüşt’ün İran’a, İsa’nın Batı’ya gönderilmesi gibi, o çağda kendi
nesline benzer bir görevle gönderildiğini iddia eden sentezci bir
kişiydi (Chron., 207). Ruh göçü fikrini (India, 27) ve med-cezirle
ilgili açıklamasını (India, 253) Hindulardan almıştır. Hıristiyanlardan,
kendisinin de bir İncili olması gerektiği düşüncesini almıştır (Chron.,
23). Döngüsel süreçler hakkındaki öğretisi ise Budist veya Hindu
menşelidir (India, 191) ve hiç şüphesiz yemek için canlıları öldürmeyi
yasaklaması da yine aynı kaynaktan gelmektedir (India, 276). “Cennette
bizim dünyadaki algılayışımız gibi erkeklik ve dişilik yoktur.”
şeklindeki düşüncesi Yahudi-Hıristiyan geleneğinden gelmektedir (India,
19). Kendisini faraklit olarak görmesi de yine Hıristiyan kökenlidir
(Chron., 208).
Bîrûnî, Mani’nin kitaplarından şunları bilmektedir: I. Şapur için Farsça yazılmış olan Şâpûrgân (bu kitaptan iki kez alıntı yapmaktadır Chron., 118, 207), Mani’nin İncili (Hıristiyanların İncili’nden farklıdır ve alfabenin 22 harfi ile yazılmıştır; Chron., 207, 208), Kenzu’l-İhyâ (Chron., 208; bu kitaptan bir kez alıntı yapar, India, 19), Sifru’l-Cebâbire, Sifru’l-Esfâr ve birçok risalenin yanı sıra Sifru’l-Esrâr (bu kitaptan da alıntı yapar, India, 27). Bu, onun Maniheist kutsal kitaplarını oldukça iyi bildiğini göstermektedir. Şâpûrgân’dan
Mani’nin vaaza başlamasını anlatan rivayeti almış (Chron., 118, 207) ve
bu kitabın yüksek güvenilirliği nedeniyle takvim hesaplamalarının
birinde onu kaynak olarak kullanmıştır (Chron., 121). Onların günlük
yaşamlarında rehber olması için Kanun olarak kullandığı kitap da budur
(Chron., 118). Augustine gibi Bîrûnî de Maniheistlerin kendi
kitaplarında ve ibadet mekanlarında resim kullanmalarından etkilenmiştir
(India, 53), Maniheist davetçilerin Mani’nin biyografisini insanlara
güzel ve çekici bir elbise içinde sunduklarını anlatırken, muhtemelen
onların kitaplarına bir atıfta bulunmaktadır (India, 132). Maniheist bir
misyonerin kitabı olan ve kıble ihtiyacını reddeden Evlilik Kitabı’nı (Chron., 331)da Bîrûnî bilmekte ve ondan alıntı yapmaktadır.
Bîrûnî’nin,
Mani’nin hayatı ve ölümüyle ilgili anlatımı Hıristiyan ve İslâmî
kitaplardan bildiğimiz olağan bir geleneği takip eder (Chron., 208);
dolayısıyla Bîrûnî, hiç şüphesiz, kendi döneminde genel kabul görmüş bir
anlatımı yenilemektedir. Bîrûnî Maniheist topluluğun Seçkin Zâhitler
(Sıddîklar/Ebrâr) ve Semmaûnlar (Tâbîler) şeklinde ikiye ayrıldığını
bilmekte (Chron., 207, 208) ve Seçkin Zâhitlerin uyguladıkları özel züht
hayatını açıklamaktadır. Bu grubun dinî önderleri inancın
propagandasından mesuldür. Semmâûnlar’ın asıl görevi ise Seçkin
Zâhitlere yardımcı olmaktır (aynı yer). Mani’nin öğretisiyle ilgili
olarak Bîrûnî, özellikle onun düalizminden (Chron., 207; India, 59,
132), İlk İnsan doktrininden (Chron., 207) ahimsa’dan (Chron.,
207) ve her maddede ruhun bulunmasından (India, 23) bahseder. Bîrûnî,
Mani’nin, güneşe ve aya taptıkları yönündeki iddiayı reddetmesini
(India, 284) ve onun, hakikat bilgisine ulaşamamış ruhların durumuyla
ilgili görüşünü (Bîrûnî, bu görüşün kapalı bir şekilde açıklandığını
düşünür) (Chron., 237) aktarır. Bîrûnî’nin döneminde kimi Maniheistler
her türlü mucize ve harikayı Mani’ye atfederken, kimileri de onun mucize
gösteren bir kişi olduğuna karşı çıkmışlardır (Chron., 209).
Semerkant
dışında, İslâm coğrafyasındaki Maniheist topluluklar dağınık haldeydi;
fakat Bîrûnî doğu Türklerinin çoğunun kendi döneminde Maniheist
olduğunu, Çin ve Tibet’te sayıca büyük topluluklarının bulunduğunu,
Hindistan’da ise çok az sayıda olduklarını söylemektedir (Chron., 209).
Bîrûnî, Müslüman toplumun onların dinî propagandasından zarar
gördüğünden kesinlikle haberdardır; o özellikle İbn Mukaffa’nın
eserinden (India, 76), Ma‘n b. Zâide ve amcası Abdülkerim b.
Ebi’l-‘Avcâ’dan (Chron., 67, 68; India, 132) ve onların zındık
takipçilerinden bahseder ve bu kişilerin Mani’nin doktrinlerini vaaz
ettiklerini ve bunun gerçek İslâm olduğunu savunduklarını açıklar. Bu
kesinlikle, Çin’de gerçek Budizm’in kendilerinin doktrini olduğunu
söyleyen Maniheistler hakkında Çinli yazarlarda ve yine Maniheistlerin
Batı’da kendilerinin özel bir mesaja sahip gerçek Hıristiyanlar olduğunu
ortaya koyma çalıştıkları yönünde Augustine’in dile getirdiği şikâyette
gördüğümüz durumun bir benzeridir.
5. Eski Yunan Dini
Bîrûnî’nin
Eski Yunan Dini ile ilgili bilgisinin kitaplardan, genellikle de ikinci
el kitaplardan alındığı çok aşikârdır. O, Yedi Bilge’yi, Platon,
Sokrates (India, 12, 21, 28, 32, 51, 59, 282), Homer (India, 21; Chron.,
86), Aristoteles (Chron., 182, 223, 237; India, 60), Aratos (India,
47), Ptolemy (Chron., 29), Proclus (India, 28), Galen (India, 59;
Chron., 237, 243, 297), Hippokrates (Chron., 266 vb), Eudoxus, Dositheus
(Chron., 244) ve diğerlerini bilmektedir; büyük çoğunluğu itibariyle
bunlar İslâm dünyasında genellikle daha çok bilinen kişilerdi. Bir kural
olarak, kendisinin bilimsel ilgi alanları ile ilgili meselelerde bilgi
için bu kişilere müracaat etmektedir; bu nedenle, Eski Yunan dini ile
ilgili referansları sadece ikinci eldir ve büyük çoğunlukla Hinduların
fikirleriyle yaptığı karşılaştırmalardır; zira o, Hıristiyanlık öncesi
Yunan dininin Hinduların diniyle hemen hemen aynı olduğuna inanmaktadır
(India, 12). Dolayısıyla, o, Eski Yunanlıların görüşlerini, İlk Neden,
ruhların daha önceki durumları, insanüstü güçlerine bakarak insanları
ilahlaştırma, hayvanî bir hisse sahip bitkiler, ruh göçü, döngüsel
süreçler hakkındaki doktrinlerle karşılaştırarak tanıtır (India, 15-17,
21, 28, 192). Bîrûnî’nin açıklamasına göre, Eski Yunan Dini putperest ve
antropomorfikti (India, 18, 46, 59, 60). Bîrûnî, Eski Yunanlıların Zeus
için kullandıkları dilin, Brahmanların Brahma için kullandıkları dil
ile çok benzer olduğunu düşünür (India, 47) ve Zeus’un aslında maddeye
yayılmış ruh anlamına geldiği yönündeki Stoacı görüşü iktibas eder
(India, 47). Hindu dinî kuralları Rişiler’den geldiği gibi, Eski
Yunanlıların dinî ve sosyal kuralları da Solon, Draco, Pythagoras, Minos
gibi kurallarını ortaya koyarken ilâhî yardım almış bilgelerden
gelmektedir. Bu konuda o, Atinalıların, kendi kanunlarının Zeus’tan
geldiğini, Lakedomanyalıların ise kanunlarının Apollo’dan geldiğini
iddia ettiğini söyleyerek Platon’dan iktibas yapar (India, 51, 52).
Varlıkların menşei konusunda, Bîrûnî, Zekeriya er-Râzî’den şu alıntıyı
yapar: Grekler beş şeyin, yani Yaratıcı, evrensel ruh, ilk madde, mekân
ve zamanın ezelden beri var olduğunu düşünürler (India, 163). Eski
Yunanlılar arasında rasyonalistler de vardı ve onlar, bilgilerini sözde
ilâhî ilhama dayandırdıklarını söyleyen popüler liderleri takip
etmezlerdi (Chron., 51).
6. Yahudilik
Bîrûnî,
Yahudi bilginlerle kurduğu temaslardan bahsetse de (Chron., 187, 276),
onun bilgilerinin ne kadarının birinci el olduğunu tespit etmek biraz
zordur. Öyle görünüyor ki, o, Eski Ahit’in metnine ulaşmış; Tekvin,
Çıkış, Levililer, Tesniye, Eyüp, Mezmurlar, Danyel, Tarihler, İşaya ve
Zekeriya kitaplarından iktibaslar yapmıştır; bununla birlikte, kimi
zaman İbranice metinden değil de, Peşitta’dan [Süryanice Kitab-ı
Mukaddes] alıntı yapıyor gibi görünmektedir. Yine de, Tevrat’ın İbranice
olduğunu (India, 18), Hıristiyanlar arasında Grekçe bir çevirisinin
bulunduğunu, bu çevirinin doğruluğunu Yahudilerin kabul etmediğini,
Hıristiyanların ise bu çeviriyi savunduğunu bilmektedir (Chron., 20, 21,
279). Seder Olam Kitabı’ndan da haberdardır (Chron., 74).
Tevrat yazmalarının genellikle ceylan derisi üzerine yazıldığını
bilmektedir (India, 81); Tahkîk mâ li’l-Hind’de (Inda, 53) ise,
Yahudilerin kendi kitaplarında ve ibadet mekânlarında resim kullanmaya
alışkın olduğunu söylemektedir. Bu bir hata olmalıdır; zira aynı cümlede
bahsettiği Hıristiyanlar ve Maniheistler’in resim illüstrasyonları
kullandıkları kaydedilmektedir. Bîrûnî’nin, “Tevrat, Tanrı’nın Firavun’u
boğduğuna ilişkin Yahudi rivayetlerini çürütmektedir” (Chron., 330)
sözü, ayrıca Tetragrammaton (İbranice Tanrı’nın YHVH ismi) hakkında
söyledikleri (India, 82) ve eski zamanlarda devlerin bulunduğuna ilişkin
atıfları da (Chron., 83, 84) metinle ilgili birinci el bilgiye işaret
etmektedir.
Filistin
civarındaki uluslar putperesttir ve Bîrûnî, İsrailoğulları’nın Baal ve
Aştoret’e tabi olarak nasıl isyan ettiklerine (India, 18) ve Süleyman’ın
ölümünün ardından İsrail ulusunun ayrılmasından sonra nasıl
putperestliğe düştüklerine (Chron., 74) dair hikâyeleri bilmektedir.
Kudüs’ün onlar için merkez olarak öneminin (Chron., 146), Şabat
geleneğinin (India, 24; Chron., 275) ve Fısıh bayramının (Chron., 56)
öneminin farkındadır. Değişik milletlerin evlilik âdetlerini ele
alırken, “kayın ile evlilik”e bir atıf yapmaktadır (India, 53). Bizim
için sıra dışı olan husus, onların Mesih beklentisinden ve değişik
zamanlarda onlar arasında ortaya çıkan sayısız yalancı peygamberin bu
beklentiyi kullanmasından bahsetmesidir (Chron., 15, 16). Şu da
ilginçtir ki, Bîrûnî Müslümanların Danyel’in ilmini kullandığına işaret
etmektedir: Bu, onların, Adem’in, öğrenmiş olduğu ilmi kaydettiği Hazineler Mağarası (Cave of Treasures) isimli
kitaptan alındığını söyledikleri bir ilimdir (Chron., 302). Bîrûnî’nin
asıl ilgisi, tabii olarak, Yahudi takvimidir; bu nedenle, biz onu,
Jubile, Şâbu‘ (Chron., 176, 177) ve Tekufât (Chron., 182) gibi
Yahudilerin bildikleri değişik devirleri ele alırken ve onların
bayramları (Yeni Yıl, Yom Kippur, Çardaklar, Hanukka, Purim, Fesah vb.)
hakkında bilgi verirken (Chron., 275-281) buluyoruz. Bazen kendi
dönemindeki Rabbânîler, Mîlâdîler, Karâîler, Mağribîler ve el-Fâniyye
gibi Yahudi mezheplerinden söz etmektedir (Chron., 57, 58, 284).
7. Samirîler
Her
ne kadar sayı bakımından Bîrûnî’nin döneminde günümüzde olduğundan çok
daha kalabalık Samirî olsa da, onun Samirîler hakkında bir şeyler
biliyor olmasını beklemek belki de biraz şaşırtıcı olacaktır. Onlar
hakkındaki bilgileri, ikincil kaynaklardan gelmektedir. Samirîlerin,
Yahudilere karşı Nebukednessar’a yardım eden yerli halkın, onun sürgüne
gönderdiği Yahudilerin yerini almak üzere Babil’den getirdiği insanlarla
karışması sonucu ortaya çıktığını bilmektedir (Chron., 21, 318).
Nablus’ta “kiliseleri” olduğunu biliyordu; onlarla Yahudiler arasındaki
düşmanlığın farkındaydı ve bu düşmanlık, onların Yahudilere bilerek
ihanet etmelerine neden olmuştu (Chron., 57). Davud’un, mabedi, onların
Gerizim bölgesinden Kudüs’e nakletmesinden beri, onlar Kudüs’e girmezler
(Chron., 21). Bîrûnî, Ebu İsa el-Verrâk’ı bir otorite olarak kabul
ederek ondan, Samirilerin Çardaklar Bayramı’nı kutlamadığı alıntısını
yapar (Chron., 277). Onların dininin, Mecûsî ve Yahudîlere ait
unsurların karışımından ibaret olduğu (Chron., 21, 318) şeklindeki
iddiası, açıkça, yanlış bir yorumdur; buna karşın, Bîrûnî, Musa’dan
sonra başka bir peygamber kabul etmediklerini söylerken haklıdır
(Chron., 21). En ilginç olan ise, Bîrûnî’nin, onların elinde bir Tevrat
olduğunu ve bu Tevrat’ın tarihlendirmelerinin, Yahudi Tevrat’ından ve
Hıristiyanların elindeki Grekçe tercümeden farklı olduğunu bilmesidir
(Chron., 21). Bîrûnî’nin, onların, kendi Tevratlarına “lâ misâsiyye”
(dokunulmayan) dedikleri yönündeki ifadesi ise, açıkça, Kur’ân’ın 20/97.
âyetinden başka bir şeye dayanmamaktadır ve Bîrûnî’nin bu ifadesi,
Samirîlerle ilgili pek çok ilginç düşüncenin de kaynağı olmuştur. Hem bu
hem de Bîrûnî’nin “Kendileri başka insanlara dokunmadıkları gibi, başka
insanların kendilerine dokunmasına izin vermezler” şeklindeki ifadesi,
Samirîlerin oldukça iyi bilinen ibadet temizliği konusundaki
ısrarlarının abartılmasından başka bir şey değildir.
8. Hıristiyanlık
Bîrûnî’nin
bizzat bağlantı kurduğunu bildiğimiz bütün bölgelerde Hıristiyan
topluluklar, genelde de çok büyük topluluklar vardı. Öyle görünüyor ki,
Doğu’daki üç büyük Hıristiyan cemaati, yani Melkitler, Yakubîler ve
Nasturîleri bilmektedir (Chron., 288, 315). Bununla birlikte, Yakubîler
hakkındaki bilgileri diğerlerinden daha azdır; nitekim, bir yerde hiçbir
Yakubî ile veya onların inançlarını bilen biriyle karşılaşmadığını
söyler (Chron., 315). Hıristiyan yazar ve kitaplardan, hatta arkadaşı
olan Hıristiyan yazarlardan bile çok sık söz etmez. Hıristiyanlık, der
Bîrûnî, Dioklatianus’un ölümünün ardından imparatorlukta genel kabul
görmüştür. Kendi döneminde Melkitler genellikle Yunan topraklarına yakın
yerlerde**
bulunurlardı; diğer yerlerde, hatta Harezm’de bile dağınık Melkit
toplulukları vardı (Chron., 288) ve Arap ülkelerinden sorumlu katolikos
(başpiskopos) Bağdat’taydı (Chron., 289). Nasturîler, der Bîrûnî,
Suriye, Irak ve Horasan’ın çoğunluğunu teşkil ederler; Yakubîler ise
çoğunlukla Mısır’da ve komşu ülkelerde bulunurlar (Chron., 288). Onun
döneminde Konstantinopolis (İstanbul), Roma, İskenderiye ve Antakya’da
dört büyük patriklik vardı ve Bağdat’taki katolikos (başpiskopos)
Antakya’ya bağlıydı (Chron., 289). Bîrûnî, Nasturîlerin, kendi
katolikoslarını aday gösterebildiklerine, ancak bu atamanın, onların
toprakları tamamen İslâm hâkimiyetinde bulunduğu için, Halifenin elinde
olduğuna dikkat çekmektedir (Chron., 289). Bîrûnî, bu topluluklar
arasındaki temel inanç farklılığının, İsa’da iki doğanın birleşmesi
konusundaki yorumlardan kaynaklandığını; bu meselede görüşleri
Müslümanların görüşlerine daha yakın olan Ariusçuların ortaya çıktığını
bilmektedir (Chron., 288). Bu grupların kiliselerine âşinadır. Onların
kıbleleri (Chron., 249) ve resim kullanmaları hakkında yorumlar yapar
(India, 53). Onun döneminde, kendi yerel tarihleriyle bağlantılı olarak
özel oruç günlerine sahip Arap Hıristiyanlar da vardı (Chron., 314); bu,
Hıristiyanlığın doğu topraklarında ne kadar hızlı bir şekilde “yerli”
hale geldiğini gösteren oldukça ilginç bir delildir. Her ne kadar
Hıristiyanlar ve Yahudiler arasında bir düşmanlık olsa da (ki bu
düşmanlık Yahudilerin, yalanlarla Hıristiyanlara ihanet etmelerine neden
olmuştur), Bîrûnî, oruç ve bayram konusunda Hıristiyanların genel
olarak, en önemli zamanı fısıh olan Yahudi takvimine uyduklarını tespit
etmiştir (Chron., II).
Bîrûnî’nin,
Tevrat’ın Hıristiyan versiyonu olan Yetmişler Çevirisi’ni bildiğine
daha önce işaret etmiştik (Chron., 20, 21). Süryanice İncilleri
bilmektedir (India, 18). Tahkîk mâ li’l-Hind’de Matta ve
Luka’nın metinlerini birleştirerek (India, 3) alıntı yapar; hem Yuhanna
hem de Matta’dan alıntı yapmaktadır (India, 18). Bizzat görerek dört
İncili bildiği gerçeği yaptığı pek çok atıfta kendini gösterir. Söz
gelimi, Aramatyalı Yusuf (Chron., 292), Eyüb’ün balığın karnında ne
kadar kaldığına ilişkin İncil cümlesi[1] (Chron., 333), İsa’nın görünümünün değişmesi rivayeti[2] (Chron., 300), Herod’un Beytu’l-Lahim’de çocukları öldürtmesi[3] (Chron., 292), vaftiz esnasında gökten güvercinin inmesi[4] (Chron., 293), Zekeriya’ya Yahya’nın doğacağının bildirilmesi[5]
(Chron., 291), Bîrûnî’nin İnciller’de Yahya’nın ölümüyle ilgili hiçbir
şey bulamadığını söylemesi (Chron., 301). Bîrûnî ayrıca Mesih ile ilgili
rivayetler konusunda İnciller arasındaki farklılıkları ve
Hıristiyanların bu farklılıkları telif edebilmek için nasıl yorumlar
yaptıklarını bilmektedir (Chron., 22). İsa’nın 72 öğrencisinin
olduğundan (Chron., 300), Pavlus’un havariliğinden ve onun havari
seçilmeden önce geçici bir körlük yaşadığından[6]
(Chron., 288, 299, 314) haberdardır. Pavlus’un bir müddet görememesi
(Chron., 314), Havarilerin Kutsal Ruh (Paraklit) gelene kadar bir evin
üst katında saklanmaları[7] (Chron., 308), Pentakost günü Havarilerin değişik diller konuşması[8] ve Petrus’un Kudüs’te kötürüm birini iyileştirmesi[9] (Chron., 308) ile ilgili ifadeleri, Bîrûnî’nin Elçilerin İşleri kitabı
hakkında bilgi sahibi olduğunu gösterebileceği gibi, o, bu bilgileri
başka kaynaklardan da almış olabilir. Bîrûnî, Hıristiyanların, Mesih’in
geleceğine ilişkin kehânetleri bulmak için Eski Ahit’i kullandıklarını
biliyordu (Chron., 297). Şunu ifade etmek ilginç olacaktır ki, Bîrûnî,
bazı Müslümanların iddia ettiklerinin aksine, İncil’in tek bir seferde
indirilmiş bir kitap olmadığını bildiği gibi, (Chron., 333), İncil’in
bir kanun kitabı olmadığını ve Hıristiyan kurallarının, Mesih’in ve
Havarilerin sözlerini açıklayan “Babaların” eserlerine dayandığını da
bilmektedir (Chron., 291).
Bîrûnî’nin,
teslisi Hıristiyanlığın ayırt edici özelliği olarak gördüğünü daha önce
ifade etmiştik (India, 24). Başka bir yerde o, bu doktrini, Brahma’yı
İlk Neden, Nārāyana’yı ikinci güç ve Rudra’yı da üçüncü güç olarak gören
Hindu öğretisiyle karşılaştırma yapmak için kullanmaktadır. Hindu
öğretisindeki bu üçlü, Vişnu olarak birliğe kavuşur, tıpkı
Hıristiyanlık’taki Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un üç şahıs ve bir öz [doğa]
olması gibi (India, 46). Baba-Oğul isimlendirmesi konusunu ele alan
Bîrûnî, eski dinlerin bu isimlendirmeyi, Müslümanlar gibi basit
anlamıyla ele almadıklarını bilmektedir (India, 18, 19). İsa çok özel
bir anlamda “Oğul”dur ve teslis ile ilişkisi içinde bu özel anlam,
Ariusçülerin diğerlerinden ayrıldıkları noktadır (Chron., 295, 288).
Bununla birlikte, mucizevî doğumuna ve Kutsal Ruh’un sürekli yardımına
rağmen, Mesih, dünya yaşamında olağan doğa kanunlarına bağlıydı (Chron.,
294, 309, 310). Onun öğretileri Hıristiyan ahlâkını oluşturmaktadır.
Bîrûnî Dağdaki Vaazı bilmektedir; ancak “abanızı ve gömleğinizi de
verin”, “diğer yanağınızı da çevirin”, “düşmanlarınıza da dua edin”
buyruklarındaki ahlâkı takdir etse de, bunun hiç de pratik olmadığını
düşünür; zira insanlar filozof değil, çoğunluğu itibariyle, kılıç ve
kırbaçla doğru yolda tutulması gereken cahil ve günahkâr kimselerdir
(India, 280).
Bîrûnî Melkitler ve Nastûrîlerin takvimleri hakkında uzun açıklamalar yapar. Melkitlerin takvimini Louis Chaikho al-Maşrık’ta 1902 yılında açıklamalarla, Robert Griveau ise 1914’de Patrologia Orientalis’te
(X/291-312) yeniden oluşturarak yayımlamışlardır. Bîrûnî, bunlar
arasında, İsa’nın doğacağının Meryem’e haber verilmesi, İsa’nın
Görünümünün Değişmesi, Yükseliş, Büyük Perhiz (Lent) gibi yortuları
kutlama tarzları hakkında detaylı bilgiler vermektedir. O, “anma günü”
ile “bayram” (Chron., 300) arasındaki, bir Aziz için yapılan genel bir
merasim (Chron., 288) ile birinin “Hıristiyan oluşu” için yapılan
merasim (Chron., 293) arasındaki farkı bilmektedir. Patrikten ilahi
söyleyenlere ve kilisedeki kürsü görevlilerine kadar Hıristiyan dinî
hiyerarşisini ve patriklerin nasıl seçildiğini bilmektedir (Chron.,
293). Bu noktada bizi şaşırtan şey, Bîrûnî’nin Canones Apostolorum’dan
alıntı yapabilmesi (Chron., 303) ve Kilise’nin ilk büyük altı konsili
hakkında bilgi vermesidir (Chron., 295, 296). Gerçek bir tarihsel
araştırma yapmadan asılsız rivayetlere gereğinden fazla itimat ettikleri
için Hıristiyanları kınasa da (Chron., 292), genel olarak onlarla
ilgili anlatımı olumludur.
Onun döneminde heretik Hıristiyan mezhepler de vardı. Tahkîk mâ li’l-Hind’in
Giriş bölümünde, Hindu öğretileriyle ortak yönleri olduğunda bu
mezheplerin de görüşlerini vereceğini vaat etmektedir (India, 4), fakat
belli ki o pek fazla kullanabileceği malzeme bulamamıştır. Nispeten
ilginç olan husus, Markunîler ve Bardesanîlerin o dönemde hâlâ sayıca
artmakta oldukları, her birinin kendine ait bir İncillerinin
bulunmasıdır (Chron., 23, 201); bu, Süryani yazarların bu mezheplerle
neden bu kadar ilgilendiklerini daha anlaşılır kılmaktadır. Bunlar, der
Bîrûnî, her ne kadar Hıristiyan bir kökene sahip olsalar da, doktrinleri
Hıristiyanlığa ve Zerdüştîliğe ait unsurların bir karışımıdır ve
temelde düalisttir. Bardesan, kendi kalbine yerleşen bir Tanrı Işığı’nın
olduğunu bile iddia etmiştir (Chron., 207).
9. Sabiîler
Kur’ân’da
Sabiîler’den üç kez; Yahudiler, Hıristiyanlar ve Mecusîlerle birlikte,
Allah’a inanan Müminler şeklinde özel bir tarzda bahsedilmektedir. İslâm
öncesi dönemde Arabistan’da böyle bir gruba işaret eden herhangi bir
referans yoktur ve şu an itibariyle en güçlü tahminimiz, Peygamberin, bu
kelimeyle, Kuzey Arabistan’da oldukça aktif olan Gnostik toplulukları
kastetmiş olmasıdır. Halifeler döneminde değişik gruplar bu isimle
anılma hakkı talep etmişlerdir. Bîrûnî, bu kelimenin pek çok grubu içine
alan kapsamlı bir kelime olduğunu çok iyi biliyordu. Kelimenin oldukça
yaygın bir şekilde Harrânîler için kullanıldığının farkındaydı. Ancak
Grekler genel olarak Hıristiyanlığı kabul ettiklerinde, eski ibadet
şekillerini devam ettirerek Grek dininin kalıntısından türeyen bir
putperest topluluk olan Harrânîler, kendilerine Sâbiî ismini
sadece Abbâsîler döneminde vermişlerdir. Peygamberleri Agathodaimon,
Hermes, Pythagoras, Wâlîs, Mâbâ ve son olarak Platon’un anne tarafından
dedesi olan Sawâr’dı (Chron., 205, 318). Bîrûnî’nin onların bayramları
ve oruçları hakkında verdiği listeden anlıyoruz ki, onlar genellikle
göksel cisimlere tapıyor; Temmuz ve Atargatis’in yanı sıra, Belit diye
adlandırdıkları Venüs, Mars, Satürn, Merkür-Hermes, Güneş ve Ay’ın
heykellerini bulunduruyorlardı (Chron., 318-322). İbadet için
yöneldikleri kıble güney kutbuydu (Chron., 331) ve Hermes’in kitaplarına
sahiptiler ki, bu kitaplardan Bîrûnî de yararlanmıştır (Chron., 341).
Onların sistemlerinde önemli bir yeri olan Hermes’i, bazıları, Kur’ân’da
ismi geçen (Eski Ahit’teki Hanok olduğu söylenen) İdris peygamberle
ilişkilendirmiştir. Bazıları ise, Hermes’in, Tahmurât’ın ilk yılında
Hindistan’da bir peygamber olarak ortaya çıkan ve Farsça’nın mucidi olan
Bûdasâf olduğunu söylemiştir (Chron., 204, 206, 216).
Bazıları,
isimlerini yerleşim yerleri olan Harrân’dan aldıklarını söylerken,
bazıları da İbrahim’in kardeşi olan Hârân’dan dolayı bu şekilde
adlandırıldıklarını ifade etmişlerdir. Bîrûnî, bu toplulukla İbrahim’in
bağlantısına ilişkin bir hikâyeyi Syncellus’tan alıntılamaktadır.
Bîrûnî’nin ifadesine göre, el-Kindî [Abdullah b. İsmail el-Hâşimî’nin
kitabına yazdığı] Cevap’ta bu topluluğu insan kurban etmekle
suçlamaktadır. Bîrûnî onları, Tanrı ile ilgili açıklamalarında olumsuz
ifadeler kullanan monoteistler olarak değerlendirmektedir. Göksel
cisimler adına mabet ve heykeller yapmalarına, hem yıldızlara hem de
heykellere kurban sunmalarına rağmen, Bîrûnî’ye göre bu, onların gerçek
monoteizmleriyle çelişir görünmemektedir (Chron., 204-206).
Uyguladıkları birtakım yemek kuralları vardır; çok ibadet ederler; günde
üç vakit rükû ve secdeli namaz kılarlar; namazdan önce temizlenirler.
Belirli saatlerde isteğe bağlı olarak yapılan ibadetleri de vardır
(Chron., 206). Rivayete göre Şam, Baalbek, Harrân ve Selemsîn gibi
yerlerde kalıntıları hâlâ görülebilen pek çok eski ibadet mekânları
önceleri bunlara aitti; hatta bazıları Kabe’nin de eski zamanlarda
onların mabedi olduğunu söylemiştir (Chron., 205).
Bununla
birlikte, Harrânîlerin gerçek Sabiîler olmadığını; onların, [Pers
kralı] Koreş Kudüs’e dönmelerine izin verdiğinde, [Kudüs’e gitmeyip]
Babil’de kalan Yahudiler olduğunu iddia edenler de vardır. Babil’de
onlar diğer Yahudiler’den ayrı olarak yaşadıkları için, aslî inançlarını
Mecusîlik ve Eski Babil dinine ait unsurlarla karıştırmışlar ve
kendilerinin Şit oğlu Enoş’un torunları olduklarını iddia eder
olmuşlardır. Bazıları da Metuşelah’ın[10]
Sâbi’ isimli bir oğlunun olduğunu ve bu topluluğun isimlerinin ondan
geldiğini söylemişlerdir. Bunlar, kendilerinin Harrânî olduğunu reddeder
ve küçük birkaç mesele dışında Harrânîlerin inançlarını benimsemezler.
İbadet esnasında, Harrânîlerin kıblesinin tam ters istikametine, yani
kuzeye dönerler (Chron., 206, 318, 331). Bîrûnî, bu topluluğun merkezi
olarak güney Mezopotamya’yı gösterdiğine göre, bu grubun Mandenler
olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır.
10. Harezmliler
Günümüzde
Harezm dili ve kültürüne yönelik artan ilgi, doğal olarak Harezmlilerin
bayramlarıyla ilgili açıklamalarında Bîrûnî’nin kullandığı ilginç
cümlelere dikkatimizi çekmektedir. Onun, bu bölgenin fethi sırasında,
Kuteybe b. Müslim’in onların din adamlarını ve bilginlerini öldürtmesine
ve kitaplarını yaktırmasına çok üzüldüğünü görüyoruz (Chron., 48).
Bîrûnî’nin döneminde hâlâ eski geleneklerini sürdüren pek çok Harezmli
vardı. Mecûsilik onlar arasında çok yayılmamıştı (Chron., 235) ve belli
ki İslâm da bu bölgede yavaş ilerleyebilmiştir. Onlar hâlâ kötü ruhların
olumsuz etkilerini uzaklaştırmak için koku ve tütsü âyinleri
yapıyorlardı (Chron., 237) ve bazı günlerde ölülerine ziyafet olsun diye
mabetlerine yiyecek bırakıyorlardı (Chron., 238). Bîrûnî Harezmlilerin
devam ettirdikleri altı dinî bayramı kaydetmiştir; ancak bu bayramlar
hakkında, adları ve tarihleri dışında, bir şey bilmemektedir (Chron.,
237, 238).
11. Arap Putperestliği
Daha
önce de ifade ettiğimiz gibi, Araplara ait olan şeylere karşı büyük bir
antipati duymasına karşın, Bîrûnî’nin İslâm’dan önceki Arap dini
hakkında verdiği bilgilerin eksik olması sadece buna bağlanamaz. İslâm
dini, İslâm öncesi Arap putperestliğinin bütün kalıntılarını mümkün
olduğunca yok etmeye çalışmıştır. Bîrûnî, bu putperestlerin eski yaşam
tarzlarıyla ilgili çalışmaların tamamen ihmal edilmesinden yakınmaktadır
(Chron., 141). Bu, Bîrûnî’ye göre, kısmen onların hatasıydı; zira
geleneklerini muhafaza etmek için ezberlenen şiirlere güvenen eski
Araplar, cehalet içinde kalmaktan şikâyetçi değillerdi. Bu nedenle, yeni
bir din gelip de eski ibadetleri uygulayan kimse kalmayınca, bu
ibadetlerle ilişkili şiirler de kısa bir süre içinde unutulmuştur
(Chron., 141). Bîrûnî’nin döneminde bile Araplar, okuyup yazamayan,
hesap yapamayan cahil insanlardı; dolayısıyla, doğru bilgiye ulaşmak
için onlara müracaat etmek yararsızdı.
Onlar
hakkında yazılanlardan, putperest oldukları açıkça ortaya çıkmaktadır.
Rivayete göre, onların taptıkları putlar Suriye’den Arabistan’a
getirilmişti ve onlar kendilerine aracı olacakları inancıyla bu putlara
ibadet ediyorlardı (India, 59). Ancak onlara saygı göstermiyorlardı;
zira bir rivayette Benû Hanîfe kabilesinin yenebilir maddeden yapılmış
Hays adında*
bir putlarının olduğundan ve aç kaldıklarında bu putu yediklerinden
bahsedilmektedir (Chron., 210). Bu putperest Araplar arasında
peygamberlik konusunda [Hz.] Muhammed’in rakibi olan Mesleme de vardı;
Müslümanlar bu şahsı daima alaycı bir şekilde yalancı Müseylime olarak
adlandırır ve onu basit numaralarla insanları saptırmaya çalışmakla
suçlarlardı. Bazı ibadetlerinde ellerini çırparlar ve parmaklarıyla
ıslık çalarlardı. Bîrûnî putperest Arapların evlilik âdetlerini ele
alırken, onlar arasında muteber olan evlilik türlerini açıklar (India,
53). Yeme-içme konusunda herhangi bir kurallarının olmadığını,
hayvanların temiz olup olmadığına bakmadan yediklerini bilmektedir
(India, 91). Putperest Arapların takviminin temel bir özelliği olan yıla
gün ekleme sistemi [nesî’], Bîrûnî’ye göre, Yahudilerden onlara
geçmiştir (Chron., 12, 62). Bîrûnî onların ana şölenlerini saymaktadır
(Chron., 325-328); ancak bu şölenlerin dinî yönlerinin bulunmasına
rağmen, Bîrûnî buna değinmemektedir.
12. İslâm
Bîrûnî,
kendi dinini konu edinirken, genellikle, açıkladığı diğer dinlerde
gördüğü benzerlik ve farklılıkları göstermeye çalışır. Genel olarak
söylemek gerekirse, o sünnî İslâm anlayışını benimsemiş dindar bir
Müslüman’dır. Kimi zaman insan vücudunun şeklini, Muhammed kelimesinin
şekline benzeterek, bundan tasavvufî bir hikmet çıkarmaya (Chron., 297)
veya kaya ve taşlardaki doğal işaretlerin dinî bir anlamını tespite
çalışmak (Chron., 298) gibi, sünnî kelamcıların lehine görünen bazı
delilleri küçümseyici bir tavır sergiler. Dinî konuları serbestçe
tartışmayı yasaklayan bazı Sünnîlere şiddetle karşı çıkmaktadır (India,
15). Kimi zaman da kendi sünnî görüşünü açıklamakta (India, 132) veya
[Hz.] Muhammed’in geleceğine ve onun son peygamber olduğuna dair Kitab-ı
Mukaddes’te yer aldığını düşündüğü bazı tebşirat cümlelerine şaşırtıcı
derecede çok önem vermekte (Chron., 18-20) aşırı hevesli görünür.
Bîrûnî,
bazı varlıkların ilahlaştırılması meselesini ele alırken, İslâm’daki
Allah ismini, Yahudi ve Hıristiyan kutsal kitaplarının Elohim ve Rabb
kelimeleriyle karşılaştırır ve bunun, Tanrı ile ilgili kelimelerin
Hinduizm, Grek Dini ve Maniheizm’deki kullanımıyla ne kadar ilişkili
olduğunu gösterir (India, 12-19). Bu karşılaştırmalar onu, söz konusu
dinlerin Tanrı’yla bağlantılı olarak Baba-Oğul terminolojisini nasıl
kullandıklarına ilişkin oldukça ilginç bir tartışmaya sevk eder.
Hıristiyanların Pazar gününü kutsal kabul etmelerini açıklarken,
bununla, Yahudilerin Şabat ve Müslümanların Cuma günü arasında
karşılaştırmalar yapar ve her grubun kendi özel gününe ilişkin
getirdikleri delillerini açıklar (Chron., 308). Bîrûnî, İslâm’ın da
temel özelliği olan, Hıristiyanlık’taki din-devlet birlikteliğini, insan
toplumunun tam anlamıyla gelişmesi için en iyi ihtimal olarak savunur
(India, 48). İslâm’daki deccal rivayetini, Yahudi ve Hıristiyanların
görüşleriyle karşılaştırır ve Şamlı Yahudilerin Halife Ömer’e
söyledikleri “Deccal Bünyamin kabilesinden çıkacaktır” şeklindeki
cümlenin sonuçlarına ilişkin ilginç bilgiler aktarır (Chron., 212).
İslâm’ın
içinde ortaya çıkan değişik mezhepler hakkında söyledikleri ise
özellikle ilgi çekicidir. Cebriye’nin antropomorfizmini (India, 15),
kendilerinin tecrübe imkânlarını aşan hiçbir şeye inanmayan Haşviyye ve
Dehriyye’nin saçma rasyonalizmini (Chron., 78) reddeder. Bîrûnî’ye göre,
ilk dönem İslâm tarihinde trajik iki değişim meydana gelmiştir:
Birincisi, ellerindeki sahte Kur’ân nüshalarıyla cahil insanları
saptıran Yahudileşmiş mezhep; ikincisi ise, gerçek İslâm’ın temsilcileri
kılığına bürünmüş aslında Maniheist olan Zındıklar’dır (India, 132).
Bîrûnî, ayrıca, Şîa arasında ortaya çıkan mezheplerden ve bunların Şiî
kitaplarını tahrif ettiklerinden haberdardır (Chron., 67) ve Haruriyye
fırkasının (Chron., 201), Tanrılık iddia eden el-Mukanna‘’ın (Chron.,
211) ve tuhaf insanlar olan Karmatîler’in (Chron., 211-214) hızlı
yayılma çalışmalarından bahseder. Müslümanların bayram ve mübarek
günlerinden bahsederken, Muharrem’in ilk günü kutlamalarının nasıl Ali
ailesi ile ilişkilendirildiğini anlatma fırsatı bulur (Chron., 239).
Bîrûnî,
mutasavvıfların görüşleriyle Hindu düşüncesi arasında birçok bağlantı
noktası olduğuna inandığı için, sık sık mutasavvıflardan bahseder
(India, 4). Sufilerin ruh görüşünü Hinduların puruşa’sıyla
(India, 177, 178); sufilerin iki ruh teorisini, Hinduizm ve
Hıristiyanlık’taki benzer düşüncelerle (34); ruhun kurtuluşuyla ilgili
fikirlerini Hinduların moksa’sıyla (40, 41); ruh göçü ile
ilgili görüşlerini de Hindistan’da yaygın olan görüşle (29)
karşılaştırır. Sufilerin İlk Neden hakkındaki doktrinlerini Greklerin
doktrini ile karşılaştırır (16) ve Sāmkhya’nın yazarı gibi,
onların da, cennetin lezzetlerine dalmak ruhu Mutlak Olan’dan
saptıracağı için, cennete girmeyi özel bir ödül olarak görmediklerini
(31) açıklar. Bîrûnî, sufilerin, insan ile Tanrı arasında bulunan ışık
ve karanlık perdeleri hakkındaki doktrinlerini (43) ve onların
öğretilerinde aşkın, Yaratan ile değil, mahlûkat ile meşgul
olmak anlamına geldiğini (37) bilmektedir. Sufilerin vahdet-i vücud ile
ilgili görüşlerini açıklamak üzere eş-Şiblî ve Bayezıd el-Bistâmî’den
alıntılar yapar (India, 43) ve kendi döneminde, hâlâ fikirlerini
benimseyen takipçileri bulunan Hallâc’ın aşırı görüşlerini açıklar
(Chron., 211, 212).
[D. Sonuç]
Bîrûnî’nin
karşılaştırmalı dinler tarihine katkısıyla ilgili bu açıklama, onun
günümüzde ulaşılabilir durumda olan yegâne eserleri Tahkîk mâ li’l-Hind ve el-Âsâru’l-Bâkıye’ye
dayanmak mecburiyetinde kalmıştır; ancak yine de Bîrûnî’nin genel
olarak bu alandaki çalışmalarda, özelde ise İslâm tarihinde ne kadar
önemli bir yere sahip olduğunu göstermeye yeterli olacaktır. Modern
zamanlara kadar diğer dinlerin görüşleri hakkındaki ifadelerinde onun
kadar âdil ve önyargısız, bu dinleri mümkün olan en iyi kaynaklardan
araştırma konusunda onun kadar samimi, çalışma alanı için doğru ve uygun
bir yöntem bulma konusunda onun kadar özenli biri oldukça ender
görülmüştür. Bütün bunların ardından şunu ifade etmek yerinde olabilir
mi? Onun bilime yaptığı en büyük katkı, daha somut bilimler alanında
değil de, manevî ilimler alanında olmuştur.
* Arthur Jeffery, “al-Bīrūnī’s Contribution to Comparative Religion”, al-Biruni Commemoration Volume içinde, Calcutta: Iran Society, 1951, s. 125-160.
** Yrd.Doç.Dr., Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalı.
d
Yazar, atıflarını, Bîrûnî’nin eserlerinin Arapçalarına değil,
İngilizce çevirilerine yapmaktadır. Bu nedenle, buradaki ve daha sonraki
sayfalardaki atıflarda el-Âsâru’l-Bâkıye’nin İngilizce adının (The Chronology of Ancient Nations) kısaltması olarak “Chron.”; Tahkîk mâ li’l-Hind’in İngilizce adının (Alberuni’s India) kısaltması olarak da “India” kullanılacaktır.
** Köşeli parantez içi açıklamalar mütercime aittir.
* Yahudilerde kocası ölen kadının, kocasının kardeşi ile evlenmesi âdeti (çev.)
**
Arapça metinde “Rum ve civarı” şeklindedir. Bu nedenle Melkitlerin
bulunduğu mekânların, “Yunan topraklarına yakın yerler” değil, Anadolu
ve çevresi olması daha doğru görünmektedir (çev.).
[1] Matta 12:40 (çev.).
[2] Matta 17:1-9; Markos 9:2-9 (çev.).
[3] Matta 2:16 (çev.).
[4] Matta 3:16; Markos 1:10; Luka 3:22; Yuhanna 1:32 (çev.).
[5] Luka 1:13 (çev.).
[6] Elçilerin İşleri 9:3-9 (çev.).
[7] Elçilerin İşleri 1:13 (çev.).
[8] Elçilerin İşleri 2:1-9 (çev.).
[9] Elçilerin İşleri 3:1-12 (çev.).
[10] Nuh’un dedesi (çev.).
*
Arapça metinde “Ve kâne benû Hanife … ittehazû fi’l-câhiliyye
sanemen min hays” şeklindedir. Jeffery’nin bu cümleyi yanlış anladığı
anlaşılmaktadır. Doğrusu, “Benû Hanîfe kabilesinin hays’tan (hurma, katı
yağ ve lor’dan oluşan bir maddeden) yapılmış bir putu vardı” şeklinde
olmalıdır (çev.).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder