Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi Dinler Tarihi Anabilim Dalı

  • MECRA ATIF SİSTEMİ

    Makaleler ve kitaplar için atıf sistemi

  • MECRA ŞABLONU

    Zotero ve Mendeley programlarında kullanılmak üzere hazırlanmış Mecra şablonunu indirmek için tıklayınız.

Tarihçiler Üzerine İki Kitap

Bir müddettir şu kitapları yazayım istiyorum:
1) Misyoner Tarihçiler
2) İntihalci Tarihçiler.
Ya da ikisini birleştirip 
Destursuz Bağa Giren Tarihçiler de olabilir.
Sonra durup düşünüyor ve kendi kendime diyorum ki:
Bir ilahiyatçının tarihçileri değerlendirip yargılaması ne kadar doğru olur!? Sen bir akademisyensin. Branşlar arasındaki ayırımı en iyi senin bilmen gerekir. İlahiyat ve dinler tarihi alanında yazabileceğin onca konu varken, tarih alanında yazmak ne büyük bir hadsizlik olur, düşünmez misin? İnsanın haddini bilmesi gerekmez mi? 
Sonra biri çıkıp şöyle dese, hiç de haksız sayılmaz: "Profesör olmuşsun ama adam olamamışsın."
İşte böyle düşünüp tarihçiler hakkında yazmaktan vazgeçiyor ve bu işi tarihçilere bırakıyorum.
Haddini hududunu bilmekten daha yüce bir erdem var mı acaba!
Share:

Düşün Artık Yakamızdan!

Marjinaller,
Uydurukçular, üfürükçüler, hurafeciler,
Usûl-üslub bilmezler, âdâbı unutup edepsizliği, saygısızlığı, şarlatanlığı ve tetikçiliği mahâret bilenler,
Tırnağı bile olamayacağımız İslam büyüklerine hakaret ederek varlık göstermeye çalışanlar,
Eleştiri ile hakâreti tefrîk edemeyen bilgiçler...
Düşün artık yakamızdan.
Sizinle anılmaktan, sizi taşımak zorunda kalmaktan  yorulduk.
Enerjimizi ve hatta tâkâtımızı tükettiğiniz yeter.
Yeter artık.
Share:

Çin ve Koronavirüs

Çin ve Koronavirüs
1) Hastalık Çin'den çıktı ve hastalığa en hazırlıksız yakalanan ülke Çin.
2) Dünyanın en kalabalık ülkesi Çin. Mesafe ve muhtemelen hijyen konusunda ne kadar iyi olabilirler?
Buna rağmen Çin'de ölen sayısı 4600'lerde, Hindistan'da 38 bin, ABD'de 157 bin.
Bazı uzmanlar bu durumu Çin'in aldığı tedbirlere bağlayabilirler.
Bence bu hastalığı laboratuvar ortamında Çin üretti, bir sızıntıyla vakitsizce insanlara bulaştı ve en önemlisi Çin korona aşısına da sahip. Ancak hastalığı üretip dünyanın başına musallat etmiş olma imajından korktukları için aşıyı ilan etmiyor ama kendi ülkesinde bir şekilde bu aşıyı kullanıyor.
Hastalığın ne kadar kolay ve hızlı yayıldığı düşünülürse, Çin'deki korona vaka ve ölüm sayısının bu kadar düşük seyretmesinin başka bir anlamı olamaz.
Share:

İlk Günah

Eskiden kendini hakîr, sağîr ve günahkâr, ağyârı ise fâzıl ve hürmetli görmek erdemdi.
Şimdilerde kendinden başka herkesi günahkâr, sapkın ve bâtıl görmek moda oldu.
Sahi işlenen ilk günah ve dahi ikincisi neydi? 
Müstakim olmakla kibirli olmak hiç yan yana gelebilir mi?
Share:

Ayasofya'nın İbadete Açılması

Dün bir caminin açılışından ziyade, kim bilir belki de bir dönemin kapanışına şahit olduk tıpkı Ayasofya'nın ilk açılışında olduğu gibi.
Share:

Oksident 2/1 (2020)

Türkiye'de yapılan Yahudilik, Hıristiyanlık ve Batı çalışmalarına yer veren Oksident dergimizin yeni sayısı yayımlandı.
Hayırlı ve devamlı olması dileğiyle...

https://dergipark.org.tr/tr/pub/oksident

Araştırma Makaleleri

Hıristiyanlığın İlk Dönemlerinde Milenyalizm Meselesi / Sayfalar : 1-25
Büşra ELMAS

Evanjelik Hareketin ABD Siyaset Kurumundan Dinî Talepleri Üzerine Bir İnceleme / Sayfalar : 27-58
Dr. Hakan YILMAZ

Hıristiyanlık Söz Gücüyle mi Kılıçla mı Yayıldı? Ahmed Midhat Efendi - Misyoner Henry Otis Dwight Tartışması / Sayfalar : 59-89
Kübra CENGİZ

Tercümeler
19. Yüzyıl Aşkenaz Yahudilerinin Monoteist Reformu İçin Bir Model Olarak Hz. Muhammed / Sayfalar : 93-122
Prof. Dr. John TOLAN
Share:

Pençe Harekatı

Pençesine kuvvet olsun Mehmetçiğin,
Kesilsin sesi ebediyen hâinlerin.
Amin, amin, amin yâ Rabbe'l-âlemîn.
Share:

Böyle Buyurdu Meryem

Bu yazı 15.06.2020 tarihinde Düşünce Feneri'nde yayımlanmıştır.


8 yaşında mıydı, yoksa 9 mu? Tam hatırlayamıyordu. Ama her halükarda 1980’nin 12 Eylül darbesinden sonra olmalıydı. Bir sabah uyandığında anne babasına ve büyük kardeşlerine o gece gördüğü bir rüyasını anlatmıştı. Rüyasında Hz. Meryem’e ait olduğunu anladığı bir ses duymuştu. Ses karanlık içinden geliyordu ve sesin kaynağına dair hiçbir görüntü yoktu. “Bu benim oğlumdur.” diyordu ses, karanlıkta tam belli olmayan bir silüete işaret ederek. “Bu benim oğlumdur. Ona çok zulmediyorlar. Oğluma zulmetmesinler.”

Sonraki uzun yıllar boyunca bu rüyayı bir daha anmayacaktı. Bu sebeple, ilahiyat eğitiminin ardından dinler tarihi alanına yönelmesinde bu rüyanın bilinçaltında etkili olup olmadığını da tam olarak bilemiyordu. Ama çalışmalarını Hıristiyanlık alanına yönelttikten sonra, şu iki soru mütemadiyen zihnini meşgul edecekti: Hz. İsa’ya zulmedenler kimlerdi? Hz. Meryem kimlerden şikâyet etmişti?

Bu sorunun cevabında akla ilk gelenler şüphesiz Yahudilerdi. Tebliği esnasında Hz. İsa’ya inanmadıkları gibi, ondan kurtulmak için planlar kuran ve idamı istemiyle Roma valisine müracaatta bulunanlar da onlardı. Yahudilerin şikâyeti sonucu Hz. İsa yargılanmış ve hem Yahudilerin hem de Hıristiyanların ortaklaşa benimsedikleri inanca göre çarmıha gerilmiş ve çarmıhta can vermişti. Bu sebeple Hıristiyanlar, asırlar boyunca Yahudileri, Rab olarak kabul ettikleri İsa’yı öldürmekle, başka bir deyişle “Tanrı kâtili” olmakla suçlamışlardı.

Hıristiyanlar açısından bakıldığında, belki de Hz. İsa’ya en çok zulmedenler Müslümanlardı. Başta Kudüs ve İstanbul olmak üzere, eskiden Hıristiyanlara ait olan pek çok şehir ve bölgeyi ele geçiren Müslümanlar, Hıristiyanların tarih boyunca en amansız rakipleri ve düşmanları olmuşlardı. Fethettikleri bölgelerde çok sayıda Hıristiyanın İslam’a girmesinden de yine Müslümanlar sorumluydu. Bu da onları, Hıristiyanların gözünde, Hz. İsa’ya ve onun takipçilerine zulmetme konusunda baş şüpheli durumuna getiriyordu.

Hz. Meryem, gerçekten Yahudilerden ve Müslümanlardan mı şikâyetçiydi? Yoksa başka bir hakikati mi haykırıyordu?

Hıristiyanlık üzerine araştırma yapan basiret sahibi çoğu araştırmacının tespit edebileceği gibi, aslında Meryem oğlu İsa’ya zulmedenler, onun takipçisi olduğunu söyleyen Hıristiyanlardan başkası değildir.

İlk bakışta paradoks olarak görülebilecek bu iddia, yakından ve derinlikli bakıldığında bir hakikat olarak kendisini gösterir. Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. Davud ve Hz. Süleyman’ın peşinden gelen ve izinden yürüyen bir peygamber olarak Hz. İsa, tek tanrı inancını tebliğ etmiş ve din konusunda kendi çağında ortaya çıkmış veya yaygınlık kazanmış yanlış uygulamaları tashih etmeye çalışmıştı. Ne var ki, bu dünyadan ayrılmasından çok kısa bir sonra, belki bir asır bile geçmeden, onun tevhid inancı tahrif edilerek, Hz. İsa tanrılaştırılmıştı. Dinler tarihi açısından bakıldığında Hz. İsa’nın tanrılaştırılmasına benzer bir örnek olarak Buda’nın durumunu görebiliriz. Ama Buda’nın tanrılaştırılması bile asırlar sürecek gelişmelerin ardından gerçekleşmişir. Kendisini bir peygamber ve insanoğlu olarak tanıtan Hz. İsa’nın tanrılaştırılması, aslında Hz. İsa’nın tüm tebliğ faaliyetinin boşa gitmesi veya tersyüz edilmesi anlamına geliyordu. Hıristiyan inancına göre, Yahudiler Hz. İsa’nın bedenini çarmıha germişlerdi. İdam veya şehit edilen nice kişinin öğretisi ve hatırası uzun yüzyıllar yaşayabilir ve öğreti yaşadıkça öğreti sahibi de yaşıyor kabul edilebilir. Ama öğretisi yiten bir kişi gerçekten ölmüş demektir. Öğretisini tamamen değiştirerek Hz. İsa’nın manen çarmıha gerip ölümüne neden olanlar, onun adını devam ettirdiğini iddia edenler değil midir? İbadet gününü Cumartesiden Pazara değiştirenler, yetişkinleri vaftiz etmek yerine bebek vaftizini uygulamaya başlayanlar, hastalara şifa vermek için yapılan şifa yağlamasını, rahat ölüm için yapılan son yağlamaya dönüştürenler, sadece bir kez yapılması gereken günah itirafını çoğaltanlar, pek çok kez yapılabilecek olan yağlamayı, bir kez yapılabilir bir uygulamaya dönüştürenler, bekârlığı ve manastır hayatını icat edenler, endüljansı ve engizisyonu icat edenler, pek çok putperest uygulamasını Hıristiyanlık dinine ithal ederek, putperestleri Hıristiyanlaştırmaya çalışırken, Hıristiyanlığı putperestliğe yaklaştıranlar yine Hıristiyanlar, bilhassa Katolikler değil miydi?

Bu dünyadan ayrılmasından çok kısa bir süre sonra Hz. İsa’nın öğretileri büyük ölçüde tersyüz edildi. Bu açıdan bakıldığında, belki de onu, peygamberlerin en bahtsızı olarak bile adlandırabiliriz. Ve yine bu açıdan bakabilirsek, Hz. Meryem’in şikâyetini ve feryadını da belki duyup anlayabiliriz.
Share:

Nakilcilik Eleştirisi

Nakilcilik iyi bir şey değil, eyvallah. Ancak nakilcilik eleştirisi yapanların bir kısmının, oryantalistlerin görüşlerini hiç eleştirmeden mutlak doğru olarak aktarıp yaymaya çalışmaları nakilcilikten başka nedir?
Nakilcilik eleştireceksek, her türlüsünü söz konusu yapmak gerek.
Share:

Peygamber'e Selâm Olsun

"Sizin en hayırlınız hanımlarına en iyi davrananınızdır" diyerek erkekleri, cehennem konusunda daha dikkatli olmaları konusunda öncelikle (ama sadece değil) kadınları uyaran hikmet sahibi, iki cihan serveri ve yegane evrensel peygambere selam olsun.
Share:

Su Âb-ı Hayattır

Bilmezdim suyun âb-ı hayat olduğunu,
Tansiyon derdine düşmeden önce.
Bilmezdim suyun derde derman olduğunu,
Böbrek taşı düşürmeden önce.
Share:

İfade Hakkı

Kendileri gibi düşünmeyen herkesi dışlayan, Ehl-i Sünnet dışı ilan eden veya tekfir eden ergen-tripli, "ya benimsin ya kara toprağın" arabeskinin mümessili bir kesim var, malum.

Bu kesimin varlığını ve kendini ifade hakkını kabul etmeyip dışlayanın, onlardan farkı nedir?
Share:

Pandemi ve Uzaktan Eğitim

Pandemi döneminde kendine yakışanı yaparak yüz yüze yarıyıl sonu sınavlarını yasaklayan YÖK'e tebrik ve teşekkürlerimi sunuyorum.

Share:

Pandemi ve Yüzyüze Eğitim

Üniversitelerin salgın hastalık konusunda en duyarlı kurumlar olması gerekirken, bazı üniversitelerin yüz yüze sınav yapmayı tercih etmelerini büyük bir endişeyle gözlemliyoruz. Yeryüzündeki tüm sınavları toplasanız tek bir öğrencimizin canından daha değerli değildir.

Ulusal ve uluslararası öğrenci hareketliliğine yol açacağı için, Haziran veya Temmuz aylarında öğrencileri belki 3 haftaya yakın bir arada tutmanın riski büyüktür. Salgının 2. dalgası bu sebeple gelirse, insanları ve ekonomisiyle Ülkemiz bundan derinden etkilenir.
Share:

Dinde Dünya, Dünyada Din

Bu yazı ilk olarak 05.05.2020 tarihinde Düşünce Feneri'nde yayımlanmıştır. 


İlk insandan bu yana dinin, insanın bu dünyadaki hayatını tanzim etme gayesinde/iddiasında olduğunu söyleyebiliriz. Ancak coğrafyaların, dönemlerin, ırk ve toplulukların, paradigmaların değişmesiyle dinler veya din algıları farklılaşmış ve toplumda ya da bireyin hayatında dinin fonksiyonu değişmiştir. Bu değişimleri aynı dinin değişik zamanlardaki algılanışı ve yaşanışı konusunda da görmek mümkündür. Söz gelimi, çok değil, otuz yıl önceki İslam anlayışımız ve ideal İslam yaşantısı tasavvurumuzda bugün az veya çok farklılıklar bulabiliriz. İyi veya kötü bu değişikliklerin, yine iyi veya kötü eski dinî yaşantı yanlıların tepkisini çekmesi kaçınılmazdır. O halde, dinler söz konusu olduğunda, değişim yanlıları ile muhafazakârlar arasında bir mücadeleye daima şahit olabiliriz. Bu mücadelenin şiddetli olduğu durumlarda, benimsenen dinî prensiplerin ne pahasına olursa olsun savunulması ve korunması gaye haline gelir. Bu da çoğu zaman şekilciliği beraberinde getirir. Başka bir deyişle, dinler başlangıçlarında, daha doğrusu kurumsallaşıncaya kadar genel olarak dinamik bir anlayışa sahipken, kurumsallaştıktan sonra muhafazakârlaşmaktadır. Hangi dinde veya mezhepte olursa olsun, bu muhafazakârlık, şiddetli bir muhalefetle veya tehditle karşılaştığında radikalleşen ve kendini her türlü değişime kapatan bir anlayışa evrilmektedir. Mesela, Kilisenin öğretilerine ve otoritesine karşı aydınlanmacı ve pozitivist anlayışın getirdiği eleştiriler, geleneksel inancını devam ettirmek isteyen Hıristiyanları radikalleştirmiş ve ABD’de fundamentalist olarak adlandırılan değişime kapalı radikal bir Evanjelik Hıristiyan anlayışın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Kimi zaman da din içinde zamanla ortaya çıkmış, gittikçe kökleşmiş ve bu nedenle de dinin özü sanılmaya başlamış algı ve uygulamalar görürüz. Bunlar dinin yanlış yorumlanmasından veya İslamî tabirle söyleyecek olursak bidatlerden kaynaklanmış olabilirler. Söz gelimi Yahudilikte Şabat (Cumartesi/Sebt) günü hiçbir iş yapmama yönünde bir inanç ve uygulama bulunmaktadır. Rivayete göre, Hz. İsa’nın öğrencileri bir Şabat günü ekinler arasından geçerken başakları koparmışlar. Dönemin din bilginleri veya dindarları, Hz. İsa’ya, öğrencilerinin Şabat kurallarını ihlal ettiklerini ve bu günde yasak bir şey yaptıklarını söylediklerinde, Hz. İsa onlara şu tarihî cevabı vermiştir: “İnsan Şabat Günü için değil, Şabat Günü insan için yaratıldı.”
Hz. İsa’nın söylemi üzerinde uzunca düşünmek gerek. Bu, dinin dünya algısını ve dünyada dinin yeri ve fonksiyonunu anlayabilmemiz açısından önem arz etmektedir. Hz. İsa’nın söylemini biraz daha genel ifadelerle günümüze taşıyarak, zihnimizi şu soru üzerine odaklayabiliriz: “İnsan mı din için, din mi insan içindir?”
Bu sorunun cevabında, buradaki dilemmada ne berikinden ne de ötekinden vazgeçmek istemeyen bazı okuyucularımızın “Her ikisi de” dediklerini duyar gibiyim. Evet, çoğu zaman dilemmanın her iki unsuru da birbiriyle uyum içinde olabilir, yani hem insan din içindir, hem de din insan içindir demek mümkündür. Ama yine de nihaî kertede bir tercih yapmak gerekirse, mesela Hz. İsa’nın karşılaştığı olaya benzer bir durumla karşılaşırsak, cevabımız ve tercihimiz hangi yönde olur? Hz. İsa’nın güçlü retoriği, dinle ilgili algımızı kökten değiştirecek bir güce sahip görünüyor ve bizi insan, dünya ve din üzerinde düşünmeye mecbur ediyor.
Biz şimdiye kadar ilgimizi daha çok “İnsan neden yaratıldı?” sorusuna yönelttik ve cevabımızı da “Allah’ı tanımak için”, “Allah’a ibadet etmek için” ya da “imtihan için” şeklinde verdik. İlk iki cevap bize insanın din için yaratıldığını, üçüncü cevap ise, dünyanın yaşanılacak değil, uzak durulacak bir yer, belki bir zindan olduğunu çağrıştırdı/vehmettirdi.
Biz soruyu bir de şöyle soralım: İnsan mı din için yaratıldı, din mi insan için? Ya da “İnsan mı önce yaratıldı, din mi?” Bu soruları cevaplamada bize Tahânevî’nin din tanımı yardımcı olabilir: “Din; akıl sahiplerini kendi iradeleriyle bu dünyada iyiliğe, âhirette kurtuluşa sevk eder.”
Tehânevî’nin tanımında dinin, bizim dünyamızı güzelleştiren, mamur eden, iyileştiren, insanı huzura kavuşturan, insanın fıtrat üzere, yani insan gibi kalmasını sağlayan bir fonksiyonu var. Başka bir deyişle, din, insanın hem dünyada hem de âhirette selameti için var. Öte yandan, din insanın bu dünyada iyiliğini temine çalışıyor ise, pek çok düalist anlayışta ifade edildiğinin aksine, bu dünya kesinlikle uzak durulması gereken, özü itibariyle kötü bir yer de olmamalıdır. İnsan bu dünyada belirli bir süre yaşamak ve sınanmak üzere yaratılmıştır ve din de ona bu dünyadaki hayatında yardım ve rehberlik etmektedir.
Madem ki din insanı bu dünyada iyiliğe ulaştırmayı hedeflemektedir, o halde din, bir karabasan gibi insanın üstüne çöreklenen, onu nefessiz bırakan, bunaltan, daraltan, hayatı yaşanamaz kılan bir şey olmamalıdır. Aksine, din, insanın fıtratında olana, insana uygun olana onu yönlendirmeli ve teşvik etmelidir. O halde, ne ki insan fıtratına ve insan tabiatına aykırıdır, o, doğru bir din veya din yorumu olamaz. Söz gelimi, Hıristiyanlıkta ömür boyu manastırlarda yaşamak veya ruhban sınıfının bekâr hayatı yaşaması insan fıtratına aykırı olduğu için, bunun yanlış bir din yorumu olduğunu söyleyebiliriz. Yine, tabiattaki hiçbir canlı türünde görülmeyen ve insan fıtratına da aykırı olan eşcinselliğin de doğru bir din yorumunda yasaklanmasını beklemek gerekir. Hâlbuki bugün pek çok Hıristiyan mezhebi, fıtrata aykırı bu eğilime müsamaha göstererek veya onu tasvip ederek, insanı fıtratından uzaklaşmaya sevk etmekte ve böylece yanlış bir din yorumuyla dinin insana rehberlik fonksiyonu bozulmaktadır.
İnsanın din için değil, dinin insan için olduğu, dinin insana rehberlik etmek üzere gönderildiği tespit ve kabul edildiğinde, ezmânın tağayyuru ile değişecek ahkâmı belirlemede de önemli bir ilkeye ulaşmış oluruz. Dinî buyruklar, özü itibariyle, insanı ya bu dünya hayatında iyiliğe ya da âhirette kurtuluşa eriştireceğine göre, dindeki özü keşfetmemiz kolaylaşır ve böylece yanlış din yorumlarına ya da dindeki sapmalara karşı sağlam bir zemine kavuşuruz. Taabbüdî konuların dışında, dinî buyrukların şekilcilikten ziyade öze ilişkin olduğunu anlamak ve bu özü tespit etmek, günümüzde pek çok dinde ortaya çıkan nice sorunların çözümüne yardımcı olur.
Hâsılı kelam, dinde dünyanın anlamı, dünyada insanın ve dinin fonksiyonu netleşir: Din insanı mamur edecek, insan da bu dünyayı ve âhiretini.
Hidâyete tâbi olanlara selâm olsun.
Share:

Prof.Dr. Ali Erbaş Yalnız Değildir

Saldırı, Ali Erbaş'tan öte, Kur' ân'a ve İslâm'a yapılmıştır. LGBT çetesi Papalıktan sonra DİB'na, ABD ve Avrupa'dan sonra Türkiye'ye hâkim olma, galebe çalma çabasındadır. Türkiye bu istila teşebbüsüne tüm gücüyle direnecektir/direnmelidir. Bu sebeple, 
#AliErbasYalnizDegildir
Share:

Yahudilikte Oruç



 

Kur’an-ı Kerim’de orucun farz oluşunu bildiren âyet-i kerimede,

يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا كُتِبَ عَلَيْكُمُ الصِّيَامُ كَمَا كُتِبَ عَلَى الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَۙ

Buyurularak orucun önceki kavimlere de farz kılındığı açıklanmaktadır (Bakara, 2/183). Kur’an’ın en çok bilgi verdiği topluluklar Yahudiler ve Hıristiyanlar olduğuna göre, bu açıklamanın muhatabı da öncelikle bu iki din mensupları olmalıdır. Biz bugünkü konuşmamızda Yahudilikteki oruç uygulamasından bahsetmek istiyoruz.

Yahudilikte erkeklerin 13, kızların 12. yaştan itibaren oruç tutmaları gerekir. Bununla birlikte 9. yaştan itibaren çocuklar oruca alıştırılır. Hamile kadınlar oruç tutabilirler. Loğusalığın 8. Gününden de itibaren oruç tutulur.

Yahudilikteki oruçları Büyük Oruçlar ve Küçük Oruçlar diye ikiye ayırmak mümkündür. Büyük 2 oruç: Yom Kippur Orucu ve 9 Av Orucudur. Büyük oruçlar akşamdan akşama, yaklaşık 25 saat kadar sürer; diğer oruçlar ise, İslâm’da olduğu gibi, sahurdan akşama kadar tutulur.

Yom Kippur, Tevrat’ta tutulması emredilen yegâne oruçtur.

Yom Kippur, yani Kefaret ve Bağışlanma Günü, Yahudi takviminin en önemli ve en kutsal günüdür. Yahudiler Yom Kippur’u, dua, tefekkür ve vicdan muhasebesi olarak değerlendirmeye çalışırlar. Bu oruç yahudi ay takviminin birinci ayı olan tişri ayının onuncu günü tutulur. Oruç arefe günü güneş batmadan yaklaşık bir saat önce başlar ve ertesi gün (10. gün) gün batımından yaklaşık 45 dakika sonraya kadar devam eder. Yirmi beş saati aşan bu süre içinde yeme, içme, cinsel ilişki, yıkanma ve her türlü temizlik, yağlanma ve deriden yapılmış bir şey giyme yasaktır. Başka bir deyişle, Şabat (Sebt) günü yasakları Yom Kipur’da da uygulanır.

Yom Kippur aynı zamanda Yahudilerin iki büyük bayramından biridir. Diğer büyük bayram, Roş ha-Şana, yani Yeni Yıl, Yıl Başı Bayramıdır. Roş ha-Şana bayramı ile Yom Kippur bayramı arasında on günlük süre vardır ve bu sürede hiçbir işe başlanılmaz, düğün yapılmaz, mahkeme açılmaz. Daha genel bir ifadeyle, af ve bağışlanma talep edilmesi gereken bu dönemde herhangi bir eğlencenin yapılması hoş karşılanmaz.  Bu yaklaşım bize, toplumumuzda sık sık dile getirilen “İki bayram arasında nikâh olmaz” sözünü hatırlatmaktadır. Bu söz, muhtemelen Anadolu’da asırlardır bir arada yaşadığımız Yahudi toplumundan Müslümanlara geçmiş olmalıdır. Zira İslam’da bırakınız iki bayram arasını, gerektiği durumlarda bayramlarda bile nikah kıyılabilir.

Az önce de ifade ettiğimiz gibi, Kefaret Günü, Yahudi takviminde yeni yılın onuncu gününe karşılık gelmekte ve bu günde tutulan oruç sahursuz olarak 25 saati bulmaktadır. Aşure orucunun da hicri takvimin ilk ayının, yani Muharrem’in 8-10. günlerini kapsadığı göz önünde bulundurulursa, İslamî kaynaklarda yer alan ve Hz. Peygamber (a.s.) döneminde Medine’deki Yahudilerin tuttukları söylenen “aşure”nin, Kefaret Günü orucu olduğu ortaya çıkmaktadır.

Kudüs’te Mabed’in bulunduğu günlerde Yahudiler Yom Kipur günü Mabed’e giderek kurban sunarlardı. Başkahin yılda sadece bir kez, o da Yom Kipur’da, Mabed’in “Kutsalların Kutsalı” adı verilen bölümüne girebilirdi. Başkâhinin burada yaptığı özel bir dua ritüelinin ardından, bütün Yahudilerin günahlarının kefareti olarak bir keçi çöle salıverilirdi. Keçinin uzaklaşmasıyla, Yahudilerin günahlarının da bağışlandığına inanılırdı. Salıverilen bu keçiye “Günah Keçisi” denilirdi. Mabed’in M.S. 70 yılında yıkılmasından sonra, bu uygulama yapılamaz olmuş, onun yerine bireysel olarak yapılabilen yeni bir uygulama ihdas edilmiştir. Günümüze kadar devam eden yeni uygulamaya göre, kurban olarak bir tavuk veya horoz alınmakta, kişinin başı üzerinde üç kez döndürülmekte ve “Bu benim bedelimdir, bu benim kefaretimdir. (Bu horoz (tavuk) ölüme giderken, ben iyi ve uzun bir hayata ve huzura ereceğim” şeklinde bir dua yapılmakta ve hayvan kesilmektedir. Ailenin her bireyi için bir tavuk veya bütün bireyler adına tek bir horoz kurban edilebileceği gibi, erkekler için horoz, kadınlar için tavuk da kesilebilir. Yom Kippur arefesinde yapılan bu yeni kurban uygulamasına Kaparot adı verilir. Bu açıdan bakıldığında, kimi zaman alışveriş merkezlerinde ya da kasaplarda gördüğümüz “adaklık/kurbanlık horoz bulunur” şeklindeki ilanın Müslümanlara değil, Yahudilere hitap ettiğini söyleyebiliriz.

Büyük oruçların ikincisi, 9 Av orucudur. Yahudi takviminde Av (yani Ağustos) ayının 9. Günü iki büyük felaket yaşanmıştır. Birinci Mabed M.Ö. 586 yılında ve ikinci Mabed M.S. 70 yılında yıkılmıştır. Bu iki acı olayın anısına 9 Av’da oruç tutulmaktadır. Orucun başlangıç yemeğinde et yemek ve şarap içmek yasaktır. Tek bir çeşit yemek ile yetinmek gerekir. Ayrıca bu öğünde, bir matem sembolü olarak katı yumurta yemek ve ayağa kül serpmek, bir gelenek olmuştur.

Bu iki büyük orucun dışında, Yahudi tarihindeki bazı trajik olayları anmak için tutulan başka oruçlar da bulunmaktadır. Oruç ayrıca, kişisel bazı isteklerin Tanrı’ya niyazı, kişisel veya toplumsal bazı sakıntıların ortadan kalkması için de tutulabilir.

Söz gelimi, Yahudi Kutsal Kitabı’nda Hz. Davud’un tuttuğu bir oruç anlatılmaktadır. Hz. Davud, hasta bebeğinin iyileşmesi amacıyla dua etmiş ve duasının kabul edilmesi için de oruç tutmuştur. Ancak bebek yedinci gününde ölünce, Hz. Davud oruç tutmayı bırakarak yemek yemiş ve kendisini yadırgayanlara da şu cevabı vermiştir: “Çocuk yaşarken oruç tutup ağladım. Çünkü, ‘Kim bilir, RAB bana lütfeder de çocuk yaşar diye düşünüyordum. Ama çocuk öldü. Artık neden oruç tutayım? Onu geri getirebilir miyim?! Ben onun yanına gideceğim, ama o bana geri dönmeyecek.

İşlenen bir günahın, yapılan bir yanlışın veya karşılaşılan bir kötülüğün ardından pişmanlık veya matem göstergesi olarak ve bağışlanma dilemek için de oruç tutulmuştur. Nitekim pek çok günah işleyen İsrail kralı Ahav, yaptıklarından pişman olup oruç tutmuş ve Tanrı onun günahlarını bağışlamıştır.

Yahudiler, doğal veya beşerî tehditlerle karşılaştıklarında da topluca oruç tutmayı âdet edinmişlerdir. Söz gelimi, önlerine gelen kavimleri yenip kılıçtan geçiren Benyaminoğulları ile savaşmadan önce, tüm Yahudiler oruç tutmuşlardır. Bu bağlamda, Yahudiler bazen de ülkede hüküm süren kıtlığı bitirmesi için Tanrı’ya niyaz ederken oruç tutmuşlardır.

Yahudi kutsal kitabında anlatıldığına göre, Tanrı’nın kendilerine gelecek azabından korkanlar da oruç tuturaak bu azaptan kurtulmaya çalışmışlardır. Nitekim,  Hz. Yunus, Ninova halkına gitmiş ve onlara Tanrı’nın Ninova’yı kırk gün sonra yıkacağı mesajını iletmiştir. Bu haberi alan Ninova halkı oruç tutarak bağışlanma dilemiş ve Tanrı’nın gazabından kurtulmuşlardır.

Yahudi kutsal kitabında Hz. Musa’nın Sina dağında kırk gün oruç tuttuğundan bahsedilmektedir. Ancak Hz. Musa’nın tuttuğu kırk günlük orucu, İsrailoğulları’nın da tuttuğuna dair bir bilgiye sahip değiliz. Elimizdeki bilgiler ışığında, bu oruç Hz. Musa’nın Sina dağı tecrübesine özgü gibi görünmektedir. Belki bunun tek istisnasının, Hz. İsa’nın çölde kırk gün boyunca oruç tutması olduğunu söyleyebiliriz.

Oruç tutulurken duanın yanı sıra, günahların itiraf edilmesi gerekir. Topluca tutulan oruçlarda ayrıca Tevrat’tan bölümler okunmaktadır. Oruçlu, elbiselerini parçalamak, çul giymek veya üstüne kül dökmek suretiyle nefsini alçaltır. Bununla birlikte, sağlıkla ilgili bir tehlike söz konusu olduğunda bütün oruçlar bozulabilir. Eğer oruç, Şabat gününe denk gelmişse, o gün tutulmaz, Pazar gününe tehir edilir. Yom Kippur orucu bu konuda bir istisna oluşturur ve Şabat gününe denk geldiğinde, tehir edilmeyip o gün tutulur.

Topluluk olarak tutulan oruçlar olduğu gibi, adak oruçları da bulunmaktadır. Ancak birden fazla gün peşpeşe oruç tutulmaz.

Son olarak, İslam’da olduğu gibi, Yahudilikte de orucun salt bir açlık olmadığını, oruçla kişinin maneviyatının güçlenmesinin amaçlandığını ifade etmek gerekir.  Bu durum Yahudi Kutsal Kitabı’nda şöyle anlatılmaktadır

“Orucunuz kavgayla, çekişmeyle, şiddetli yumruklaşmayla bitiyor. Bugünkü gibi oruç tutmakla sesinizi yükseklere duyuramazsınız. İstediğim oruç bu mu sanıyorsunuz? İnsanın isteklerini denetlemesi gereken gün böyle mi olmalı? Kamış gibi baş eğip çul ve kül üzerine mi oturmalı? Siz buna mı oruç, RAB’bi hoşnut eden gün diyorsunuz? Benim istediğim oruç, haksız yere zincire, boyunduruğa vurulanları salıvermek, ezilenleri özgürlüğe kavuşturmak, her türlü boyunduruğu kırmak değil mi? Yiyeceğinizi açla paylaşmak değil mi? Barınaksız yoksulları evinize alır, çıplak gördüğünüzü giydirir, yakınlarınızdan yardımınızı esirgemezseniz, ışığınız tan gibi ağaracak, çabucak şifa bulacaksınız. Doğruluğunuz önünüzden gidecek, RAB’bin yüceliği artçınız olacak.”.


Kaynakça

Alalu, Suzan v.dğr.,Yahudilikte Kavram ve Değerler, İstanbul: Gözlem Gazetecilik Basın ve Yayın A.Ş., 1996; 
Cilacı, Osman, İlâhi Dinlerde Oruç, Hac ve Kurban, İzmir: Akyol Neşriyat ve Matbaacılık, 1980, s. 14-21; 
Feyizli, Tahsin, İslâm’da ve Diğer İnanç Sistemlerinde Oruç-Kurban, İstanbul: Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları, 1988, s. 21-28; 
Milgrom, Jacob, “FastingandFastDays”, Encyclopedia Judaica, Second Edition, ed. FredSkolnik, Detroit: Thomson& Gale, 2007,c. 6, s. 719-721; 
Yitik, Ali İhsana, “Oruç”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 2007,s. 414-416.
Share:

İran ve Süleymanî Süikastı Üzerine

Uluslararası İlişkiler ya da İran uzmanı değilim. Bu sebeple yazdıklarımın bir ağırlığı/değeri olmayabilir. Ama kişisel bir yorum olarak tarihe not düşmek istedim.

Kâsım Süleymanî süikastı, İran'a ders vermek amacı gütmüyor ya da ABD büyükelçiliği baskınının bir cevabı da değil. Büyükelçilik baskınına müsaade edilerek, Süleymanî süikastına kapı aralanmıştır. Süikast aslında İran'ın karşılık vermesi için tasarlanmıştır. Başka bir deyişle, ABD hükümetinin şu an beklentisi ve arzusu İran'ın askerî bir hamleyle tepki vermesidir. İran askerî bir karşılık verecek ve böylece ABD için İran'a daha büyük askeri müdahale yolu açılacaktır. Amaç, ekonomik ambargo ve sokak gösterileriyle başarılamayanı gerçekleştirmek, yani İran'da rejim değişikliği yapmaktır.

İran rejimi en büyük sınavıyla karşı karşıya bulunuyor. Yapacağı her askerî hamle, İran'ı biraz daha bataklığa çekecektir. Çözüm, oyunu bozmak ve süikastın karşılığını askerî olarak değil, petrol bölgesini kilitleyip ekonomik yolla vermektir. Gerçi bu da zorlu bir yol. İran da büyük ekonomik sıkıntılar çeker, ama rejimini koruyabilir.
Share:

TÜRKİYE'DE DİNLER TARİHİ ÇALIŞMALARI

İLETİŞİM FORMU

Ad

E-posta *

Mesaj *

Translate

En Çok Okunanlar

ZAMAN GEZGİNİ