Bilimler tarihçisi Fuat Sezgin,
Biri varsa bu çağda,
Âlim denmeye layık,
Hiç şüphesiz, o sendin.
---
Sefer Turan'ın kendisiyle yaptığı röportajdan bir bölüm:
...
İlmin Dar Kapısından Giriş
Turan: Sayın Prof. Dr. Fuat Sezgin. Hocam, sizi ve fikirlerinizi tanıyacağız. Frankfurt’ta gerçekleştirdiğiniz ve İstanbul’a da taşıdığınız çok önemli projeleriniz var. Onları sizden, birinci elden duymaya çalışacağız. Ama öncelikle dilerseniz, biraz zât-ı âlinizi tanıyalım... 1924’te Bitlis’te doğdunuz. İstanbul Üniversitesi’nde öğrenci iken 1960 yılında Almanya’ya gitmek durumunda kaldınız. O günlerden biraz bahsedebilir misiniz?
Sezgin: 1943 yılında akrabalarımdan biri beni Edebiyat Fakültesi’ne götürdü. Hâlbuki ben mühendis olma sevdası peşindeydim. O zaman büyük bir Alman âlim vardı. Arapçayı çok iyi bilirdi. Bana “seni onun seminerine götürmek istiyorum” dedi. Ben de “gidelim” dedim ve o büyük âlimin seminerine gittim. O gün o büyük âlim beni adeta büyüledi. Ben artık mühendis olmayı veya başka bir mesleğin peşinde koşmayı kafamdan çıkardım. O büyük âlimin talebesi olmayı düşünüyordum. Kayıt zamanı geçmişti ama gecikmeli de olsa, dekana gittim. Bir şans eseri dekanın odasında bulunduğum sırada o büyük âlim de odaya girdi, iri yarı bir adamdı. Durdu. Dekanla konuşmamın bitmesini bekledi. Dekan ona “Oo... Ritter Bey... ” dedi. “Sizin talebeniz olma başvurusunda bulunan bir insanla konuşuyorum” dedi. Hoca bana şöyle bir baktı, “Galiba bu benim dünkü seminerimdeydi” dedi.
Turan: Yani o kadar kişi arasında sizi hatırladı.
Sezgin: Hayır o kadar çok kişi yoktu. Onun seminerlerine sadece 3-4 kişi giderdi. Çünkü zor bir adamdı. Seminerlerinden kaçardı talebeler. Çok zaman tek bir talebe olarak katıldığımı hatırlarım. Bana, “Gelin, biraz konuşalım. Çok zor bir şeye talipsiniz. Arapça öğrenmelisiniz. Ben de zor bir hocayım. Benim talebelerim hep benden kaçar, biliyor musunuz?” dedi. “Biliyorum, bana bunları anlattılar. Ben bunlara rağmen bu tehlikeye girmek istiyorum” dedim. Güldü, “peki” dedi. Böylece onun talebesi oldum, ikinci hafta seminerine gittiğimde 3 dakika gecikmiştim. Cebinden altın saatini çıkardı ve bana göstererek; “3 dakika geciktiniz, bu bir daha tekerrür etmemelidir!” dedi. Ben ona sadece, “tamam” demekle kalmadım, hakikaten o günden itibaren bütün hayatımda randevularıma gecikmeme prensibine azami dikkat ettim. Galiba o günden bugüne, belki size tuhaf gelir ama sadece üç randevuya, yani 1943’ten bugüne kadar üç randevuya zamanında ulaşamamanın ıstırabım yaşıyorum! Böyle bir hocanın talebesi olma şansına sahip oldum. Nedense bu adam beni büyülemişti ve kendinden önceki bilge kişilerin bilgilerini bana aktardığını hissetmeye başladım. Hiç not tutmazdım. O söylerdi, ben de söylediklerini kafama yazardım. İnanır mısınız anlattıklarının büyük kısmı hâlâ bu kafamda taşınmaktadır.
Turan: Hocam çok af edersiniz... Bir şeyi çok merak ettim. “Ritter’i dinlediğimde, mühendis olmaktan vazgeçtim, beni büyüledi” dediniz. Sizi büyüleyen ne idi? Belki de hayatınızdaki şifre bu olsa gerek. Ritter sizi hangi yönden etkiledi?
Sezgin: O adam büyük Avrupalı oryantalistlerin belki en büyüğüydü. Bu büyük oryantalistler arasında farklı bir tipti. Beni çok etkilemişti. Bu etkilenmeyi size bütün manasıyla aktarabilmem mümkün değil.
Turan: Peki hocam... Hocanız Ritter sizden Arapça öğrenmenizi istiyor ve 6 ay eve kapanıyorsunuz ve Arapçayı öğreniyorsunuz.
Sezgin: Ben zaten Arapça öğrenmeye başlamıştım. Ama hiçbir mesafe kaydetmiyordum. Bütün gayretlerime rağmen hocam benden memnun değildi ilk aylarda. 1943 yılıydı. Almanlar, Bulgaristan’a girmişlerdi. Bizim hükümet, bütün üniversiteleri, mektepleri tatil etti. Hocam bana dedi ki: “Şimdi elinizde bir fırsat var. 6 aylık bir tatiliniz olacak, bu zaman içerisinde Arapçayı öğrenin.” Ben de zaten öyle düşünüyordum. Fakat bu söz bana çok tesir etti. Hakikaten 6 ay kendimi Arapça öğrenmeye verdim. Evimizde babamdan kalma 30 ciltlik bir Taberî Tefsiri vardı. Onu okumaya başladım. Başlangıçta anlamıyordum. Türkçe tefsirlerle karşılaştırarak, yavaş yavaş tefsirin içine girmeye çalıştım. Günde aşağı yukarı 17 saat çalışıyordum. Erken kalkıyordum, gece geç yatıyordum, evden hemen hemen hiç çıkmıyordum. 6 ay sonra Taberî Tefsiri’nin 30 cildini bitirmiş oldum. Başlangıçta hemen hemen hiç anlayamadığım bu tefsiri 6 ayın sonunda gazete gibi okuyordum. O hızla, yani 17 saatlik bir tempoyla çalışırsanız bunu siz de başarırsınız, bundan eminim. Sonbahardı, hocama gittim, ilk ders seminerinde bazı Alman âlimler, profesörler vardı. Hocam önüme Gazzalî’nin İhya’sını koydu ve “Okuyun bakalım!” dedi. Okudum. Gazzalî benim için artık belki bir mesele değildi. Hocam bana baktı, gülümsedi, sevindi, mesuttu. Orada beni biraz methetti. Benim için o an, hayatımın unutulmaz anıydı. Arapçada artık kitapları okuyabilecek hale gelmiştim. Artık başka dillere başvurmak lâzımdı!