Yazan: Kamar Oniah Kamaruzaman*
Çeviren: Muhammet TARAKÇI**
Marife, yıl 2, sayı 2, güz 2002, s. 161-175
Pek
çok disiplin gibi Din Bilimleri (Religionswissenschaft) de iki unsurdan oluşur:
Muhteva ve metodoloji. "Muhteva” ile gerek şu anda dünyada var olan gerekse
artık müntesibi kalmamış dinleri kapsayan konular anlaşılır. "Metodoloji” ile
kastedilen ise dinler ile ilgili çalışmalarda kullanılan yaklaşım ve yöntemlerdir.
Din Bilimleri'nin İslâmîleştirilmesi derken, burada söz konusu olan, gayet tabii
muhteva değil, metodolojidir. Gerçekten de muhtevanın "İslâmîleştirilmesi”
mümkün değildir. Zira bu içerikler, yani İslâm'ın dışında kalan dinler, kendi içlerinde
sabit ve karmaşık bir şekilde formüle edilip belirlenmiş bütünlerdir; herhangi bir
parçasının değiştirilmesi, bu dinlerin özünü ve kimliğini tamamıyla değiştirecek
ve onları olduklarından başka bir şey haline getirecektir. Meselâ Hıristiyanların
teslis ve Hinduların Trimurti[1]
inanışı, Hint ve Hıristiyan teolojilerinin temel kavramlarıdır. İslâm ise gerek
birçok uknum (öz) içinde bir tanrı, gerekse sayısız tanrılar anlamında ulûhiyetin
parçalara bölünmesini kabul etmez. İslâmîleştirmek amacıyla bu kavramları yeniden
açıklamak. onların özlerini o derece değiştirecektir ki bu yeni anlamları teslis
veya Trimurti diye tanımlamak artık mümkün olmayacaktır. Hıristiyanlıkta
ve Hinduizmde tarif edildiği ve kavramlaştırıldığı şekliyle bir teslis ve Trimurti
olmaksızın, Hıristiyanlık ve Hinduizm olamaz. Başka bir örnek ise, tenâsüh yani
karma-samsara ile ilgili Hindu ve Budist doktrinlerdir. İslâm'da tenâsüh veya yeniden
doğuş gibi bir anlayış bulunmazken, Hinduizm ya da Budizm'in karma-samsara doktrinleri
nasıl İslâmîleştirilebilir? İslâmileştirmek maksadıyla karma-samsara'nın tabiatını
değiştirmek, ona olduğundan tamamen farklı karakter verecek ve böylece karma-samsara
anlayışını yok edecektir. Hinduizm ve Budizm'de görüldüğü şekliyle bir karma-samsara
anlayışı olmadan, Hinduizm ve Budizm'den söz edilemez. Böyle bir durumda, Müslüman
bir din bilimcinin, Ebû Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî'nin sözlerine kulak vermek
uygun olacaktır. Şöyle der Bîrûnî:
Hakikatin dışındaki her şey bir sapmadır ve küfür hakikatten uzaklaşması
sebebiyle tek millettir.[2]
Gerçekten
de ister teolojik, ister itikadî, isterse ibadetle ilgili konularda olsun, diğer
dinlerin "İslâmîleştirilmesi" veya herhangi bir şekilde tashih edilmesi
söz konusu olamaz; zira her din, kendi içinde bir bütünlüğe sahiptir. Ayrıca İslâm’ın
doğası, iman ve akide konularında senteze izin vermemektedir. İslâm'da diğer inanç
sahipleri için açık olan yegâne kapı, İslâm'ı gönülden ve bilinçli olarak kabul
edip Müslüman olmaktır. Aksi takdirde İslâm sınırlarının dışında kalacaklardır.
İslâm, şüphesiz ki, kısmî bir imanı (bazı şeylere iman edip diğerlerini reddetmeyi)
kabul etmez. Bunun sebebi, İslâm'ın inanç yapısının daha başlangıçta, yani Hz. Peygamber
döneminde tamamlanmış olmasıdır. Bu nedenle İslâm, inanç ve ibadet konularında herhangi
bir arttırmaya veya azaltmaya izin vermez. Başka bir deyişle, bir inanç ve din olarak
İslâm, başlangıcından itibaren tamamlanmış kusursuz bir dindir.[3]
Bu, diğer dinlerde bulunmayan bir özelliktir. Meselâ, Hıristiyanlıkta bir gelişme
süreci,[4]
Yahudilikte dinin aslının değiştiği[5]
görülmektedir. Hinduizmde teolojik ve ritualistik farklılıklar,[6]
Budizm'de yerel inanç farklılıkları ve içinde bulunulan ortama uygunluk[7] veya Uzak
Doğu dinlerinde ve din felsefelerinde klan, kabile ve köylü inançları[8]
kabul edilmektedir. Zerdüştîlik'te inanç yapısının değiştiği ve geliştiği söylenmektedir.[9]
Sihizm ise diğer dinlerin doktrin ve teolojilerinin uzlaştırılması temeline dayanmaktadır.[10]
İslâm söz konusu olduğunda gelişim ve değişmelerin, sadece inanç yapısının ve ibadetlerin
dışında kalan konularla ilgili olduğu belirtilmelidir. İnanç ve ibadetlerin dışında
kalan bu değişiklikler, zaman-mekân bağlamında meydana gelen zorunlu gelişmelere
hazır olabilmek ve ayak uydurabilmek için gereklidir; ancak bu gelişmeler bile Şeriat
tarafından kontrol edilmekte ve tevhit ruhu ile sınırlandırılmaktadır.
Bu
durumda dinlerarası işbirliği ile dinler ve toplumlararası birliktelik ruhu, inanç
yapısı ve ibadet alanının dışında düşünülmelidir. Vekillik ve şahitlik ile yükümlü
olan Müslümanların, bıkıp usanmadan, rengine ve dinine bakmadan bütün insanlarla
işbirliği yapmayı kabul ve takdir etmemesi ve onları muhafaza eden bir tutum içinde
olmaması düşünülemez. Bu nedenle Müslümanlar, çoğulcu bir toplumda yaşamayı beklemeli
ve buna alışmalıdır. Bununla birlikte işbirliği ve birliktelik ruhu, inancın bozulmasını
gerektirmemekte; böyle bir şeye işaret ya da temayül etmemektedir. Şüphesiz ki hiçbir
Müslüman, inancının zayıflatılmasını, sulandırılmasını, tecrit edilmesini ima ya
da teşvik eden herhangi bir programa katılmayacaktır.[11]
Beşeri ihtiyaçlar ve ilişkiler ile ilgili sorumluluklar senkretizme sevk etmemeli,
ibadet ruhu içinde algılanmalı ve karşılanmalıdır. Bu bağlamda Attas'ın dile getirdiği
ve Malakka dilinde bir kelime olan "muhibah”,[12]
çoğulculuk " konusunda Müslümanların tavrını en iyi şekilde yansıtmaktadır.
Çünkü “muhibah” kelimesi, sevgi, saygı ve birlikteliği anımsatmaktadır; bu anlamda
bir tenezzül tutumunu ima eden İngilizce “dinî tolerans” teriminden oldukça farklıdır.
Dinî tolerans, kişinin, meyli olmayan bir şeye veya kimseye tahammül etmek zorunda
olması anlamına gelmez. “Muhibah” kelimesi ise, asla inanç konusunda bir uzlaşmayı
ifade etmemektedir.
Tekrar
belirtmek gerekirse, Din Bilimleri'nin “İslâmîleştirilmesi” meselesi, sadece bu
disiplinin metodolojisi ile ilgilidir, muhtevası ile değil. Bununla birlikte, Müslüman
bir bakış açısıyla metodolojilerin analizini yapmadan önce, ilk olarak, hem İslâm
dünyasında hem de Batı'da bu disiplinin tarihçe ve gelişimine bakmak gerekmektedir.
Tarihçe
Her
şeyden önce, Din Bilimleri’nin İslâmî bir disiplin olduğu kabul edilmeli ve önemle
vurgulanmalıdır. Çünkü Din Bilimleri, bilimsel bir çaba olarak İslâm dünyasında
ortaya çıkmıştır. Bu nedenle Din Bilimleri’nin, İslâm'ın insanlığın düşünce tarihine
bıraktığı özel bir mirası olduğu kesin bir şekilde iddia edilebilir.[13]
Bu, Arthur Jeffry, Franz Rosenthal, Bruce Lawrence, Eric Sharpe gibi Batılı Din
Bilimleri uzmanlarının bile kabul ettiği bir gerçektir. Maalesef diğer pek çok disiplin
gibi, bu disiplinin kaderi de, ümmetin ilgisinden mahrum kalmak ve Müslümanların,
Batı emperyalizmi ve egemenliğinden kurtulmak için verdikleri mücadeleler esnasında
birkaç asır ihmal edilmek olmuştur. Müslümanlar Din Bilimleri'ni bırakırken, Batı
onu almış ve bu bilim dalı farklı bir dünyada, farklı ihtiyaçlar ve amaçlar altında
gelişmiştir. Daha sonra, bugünkü şekliyle Din Bilimleri, Müslümanlara o kadar yabancılaşmıştır
ki ümmetin büyük çoğunluğu bu bilim dalının Batılı bir bilim olduğu kanaatine sahip
olmuştur; bu nedenle de kendilerine yabancıdır ve sonuçta onların ilgisini çekmemektedir.
Bu, Müslümanların, sadece, kendi dinlerinin ve atalarının bu alandaki muazzam katkılarını
göz ardı etmeleri sebebiyle değil; aynı zamanda bu bilim dalına karşı sorumluluklarını,
algılayışları İslâm'dan tamamen farklı olan diğer insanlardan almak zorunda kaldıkları
için gerçekten çok keder verici ve rahatsız edici bir durumdur. Hem bilim adına,
daha önemlisi, hem de kendi dinlerine davet çalışmalarına yardımcı olması ve Müslüman
olmayan meslektaşlarımızla uyumlu, ahenkli ve yapıcı bir işbirliği tesis edebilmek
için, bu alanda ümmetin ilgisini uyandırmaya âcilen ihtiyaç duyulmaktadır.
Din
Bilimleri alanında İslâmî bilim tarihi bizzat Kur'ân-ı Kerim ile başlar. Stanton'un
da belirttiği gibi, "dünyadaki hiçbir kutsal kitap, Kur'ân kadar 'Karşılaştırmalı
Dinler Tarihi' konusuna değinmez”.[14]
Kur'ân-ı Kerim, gayr-i Müslimlerin, kendi dinlerinin “Hak Din" olduğu yönündeki
açıklamalarını ve ibadetle ilgili uygulamalarını reddetmesine karşın, onların varlığını
kabul eder. Müslümanlarla gayr-i Müslimlerin yan yana yaşayabileceklerini kabul
edip benimsemek suretiyle Kur'ân-ı Kerim, sanki ilişkilerin nasıl olması gerektiğini
öğretmektedir. Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasındaki bu ilişkiler, Hz. Peygamber'in
(sav) uygulamalarında gerçekten somut bir hal almıştır. Bu nedenle dinlerarası ilişkiler,
başlangıcını, İslâm'ın temellerinde, yani Kur'ân-ı Kerim'de ve Hz. Peygamber'in
sünnet ve hadislerinde bulmaktadır.
Hz.
Peygamber'in vefatından sonra Müslüman bilim adamları, hem akademik hem de pratik
nedenlerle Kur'ân âyetlerine, hadis ve sünnete büyük bir ilgi göstermişlerdir. İkincisi
(yani pratik neden), Müslümanların, kompleks ve müesseseleşmiş dinlerle ve Hıristiyan
Bizanslılar, Zerdüştî İranlılar, Hindu-Budist Asyalılar gibi güçlü dinî topluluklarla
karşılaşması sonucu daha baskın hale gelmiştir. Bu dinleri ve topluluklarını anlamak,
İslâm dünyasında önemli bir unsur haline gelmelerinden, hatta bazı yerlerde Müslüman
nüfusu aşan bir sayıya ulaşmalarından sonra âcil bir ihtiyaç olmuştur. Ehl-i zimme
diye bilinen gayr-i Müslimlere âdil ve uygun bir şekilde davranılmasını ısrarla
belirten İslâmî hükümler, Müslümanları, onlarla ilişkilerinde ve işbirliğinde standart
bir tavır içinde olmaya zorlamış; bu standart tavrın icrası hususunda yetersiz kalındığı
durumlarda ise, hükümete mukabelede bulunma salâhiyeti verilmiştir. Bu formüllerin
araştırılması esnasında Müslüman bilim adamları, diğer dinler ve toplumlar hakkında
yaptıkları gerek empirik nitelikteki gerekse metinle ilgili çalışmaların yanı sıra,
sayısız Kur'ân ve hadis emirlerinin derin analizleriyle de ilgilenmişlerdir. Müslüman
hükümdarlar, bu tür araştırma ve çalışmaları ciddiye almışlar ve desteklemişlerdir.
Müfessirler, muhaddisler, fakihler, Mutezile taraftarları ve sosyal bilimciler gibi
pek çok Müslüman bilim adamı bu tür çalışmalar yapmışlardır. Her ne kadar her branş,
çalışmalarına kendi disiplini açısından yaklaşmış ve kendi özel ilgilerine yönelmiş
olsa da, bütün branşlar, Kur'ân ve hadisin, adaletin temini ve iyi bir yönetimin
hedeflenmesi yönündeki genel ruhunu akıllarında tutmuştur. Böylece İslâm düşünce
tarihinde Din Bilimleri alanına ait etkileyici bir literatür oluşmuştur ve bu andan
itibaren de Müslümanlar bu disiplini kuran ve yayan kişiler olmuşlardır.
Benzer
şekilde, bugünün Müslümanları da bu disipline kayıp bir çocuk gibi sahip çıkmalı
ve atalarının daha önce yaptıkları gibi mümkün olduğunca ilgi, sevgi ve iftiharla
ona bakmalıdırlar.
Müslüman
bilim adamlarınca diğer dinlere ve dinî gruplara karşı gösterilen bu ilgi, Yahudi-Hıristiyan
tarihinde benzer bir karşılığa sahip olamamıştır. Bunun nedeni, Yahudilik ve Hıristiyanlığın
(hatta neredeyse dünyadaki bütün dinlerin) tabiatları gereği manevî bir niteliğe
bürünmüş olmaları; toplumlararası ilişkilerle ilgili hüküm ve formüllere sahip olmamalarıdır.
Onların ilgi ve odak noktası kendilerinden başlamakta, kendi toplumsal ihtiyaçlarına
göre gelişmekte ve kendilerinde sona ermektedir. Diğer inanç mensupları, dinî meseleler
alanının dışında kalan varlıklar olarak görülmektedir. İlk dönem Hıristiyanlığında,
Hıristiyan olmayan insanlar kâfir ve bağnaz olarak görülmüşlerdir. Bu Hıristiyanların
yaptıkları sadece iki şey vardı: İnsanları kendi dinlerine çevirmek ya da onları
dışlamak.[15]
Kendi kiliseleri içinde bile engizisyon gibi olaylar doruğa çıkmıştır. Bu durum,
on dördüncü ve on beşinci yüzyıllarda Rönesans ve genişleme dönemlerine kadar devam
etmiştir. Bu dönemde diğer dinî topluluklarla karşılaşmaları, onları, bu topluluklara
karşı daha ciddi bir ilgi göstermeye zorlamıştır. Salt bir merak ile başlamış olan
bu ilgi, daha sonra kuvvetlenmiş ve emperyalizm ve sömürgeleştirme döneminde daha
da önem kazanmıştır; bunun ana sebebi, bu insanları kendi dinlerine çevirmek olduğu
kadar, hâkimiyetleri altında bulunan toplulukları idare edebilmektir. Onların meşhur
sloganı olan "altın, şan ve İncil”, amaçlarını sırasıyla ortaya koymaktadır.
Bununla birlikte Katolik Hıristiyanlığın diğer dinleri otantik bir realite olarak
resmen tanıması, ancak yirminci yüzyılın ortalarında, 1965 yılında yapılan II. Vatikan
Konsili'nde gerçekleşmiştir. Bu konsilde Katolik Kilisesi, diğer dinlerle uyum içinde
olmayı ve Kilisenin dışında da kurtuluşun olabileceğini kabul etmiştir.[16]
Dinlere
ve dinî topluluklara karşı duyulan bu yeni ilgi, on beşinci ve on altıncı yüzyıllarda
gelişmiş ve Batı dünyasını, bu dinleri ve toplulukları anlamaya sevk etmiştir. Tesadüf
eseri, yine bu dönemde, insanlığın düşünce tarihinde çok büyük bir gelişme olmuştur.
Rönesans diye bilinen bu dönem düşünce tarzlarında yeni metodoloji ve tenkitleri
ortaya çıkardı. Rönesans'la gerçekleşen geleneksel tarzdan düşünce özgürlüğüne geçiş,
sonunda, on sekizinci yüzyıl Aydınlanması'nın kapılarını açtı. Aydınlanmanın temel
eğilimi din karşıtlığıydı. On dokuzuncu yüzyılda, Kant'ın fenomenler dünyası ile
ilgilenmesi ve bu dünyaya önem vermesi, buna karşın numen dünyasına tamamen ilgisiz
kalması, geleceğin bilim adamlarının mizaçlarını ve eğilimlerini belirledi ve bu
tutum onlarda bir tutku haline geldi. Charles Darvin'in Evrim Teorisi (Türlerin
Menşei, 1895) özel bir ilgi ve etkiye sahiptir. Dönemin gelenek ve din karşıtı düşünce
çevresinde doğup büyüyen bu teori, yani tarihsel ilerleme fikri, bütün bilim dallarında,[17]
hatta din çalışmalarında bile etkili oldu. Bundan sonra Din Bilimleri alanında Antropoloji,[18]
Din Sosyolojisi,[19] Din Psikolojisi[20]
ve son olarak da Din Fenomenolojisi[21]
gibi pek çok yaklaşım tarzı veya metodoloji ortaya çıktı. Günümüzde Din Bilimleri,
bu bilim dallarını kapsamaktadır.
Batılı
Din Bilimleri Metodolojileri: Bir Değerlendirme
Yukarıda
anlatılanlar, Müslüman bilim adamlarının Batılı Din Bilimleri Metodolojilerinden
şüphe etmelerinin sebeplerinden biridir. Başka bir deyişle, din karşıtı bir felsefî
temel ve bakış açısından doğmuş olan Batılı metodoloji ve analizler, evrene bakışında
tarihsel ilerleme ya da evrim gibi fikirleri benimsemiştir.[22]
Batılı
tarzda bir Din Bilimleri metodolojisi, incelediği konunun her bir yönünü ve parçasını,
-morfolojik, hislerden arındırılmış ve objektif olarak tespit edebilmek için- tarafsızlık
adı altında konunun bütünlüğünden soyutlayarak ele almak istemektedir. Konunun bu
şekilde mikroskop altında incelenmesi halinde, örnek olarak söylemek gerekirse orman,
şeklini ve niteliğini kaybedecek ve sadece ağaç görülebilecektir. (Böyle yaklaşıldığı
takdirde) dinin yerini, onun küçük ve önemsiz bir parçası alacaktır. Meselâ, Din
Fenomenolojisi'nde[23]
İslâm bir fenomen, diyelim ki Kâbe vasıtasıyla görülüp anlaşılacaktır; İslâm Dini'nin
bütün öteki yönleri, Kâbe ile ilgisi olan ve Kâbe'ye göre önemli olan kavramlarla
tercüme edilecektir. Meseleye at gözlüğüyle bakmayı gerektiren bu bakış açısı, konunun
gerçek portresini kesinlikle veremeyecektir. İslâm, gerçekten de, Kâbe'nin ötesinde
bir şeydir! Dinin unsurlarının ve dinî fenomenlerin bu şekilde tecrit edilmesi,
bağlamından soyutlanması ve bu nedenle de dinin gerçek portresinin çizilememesi,
hem yanlış, hem de tabiatı gereği yanıltıcıdır. Bu tür analizlerin bilimsel, objektif,
titiz ve sadece bir noktaya tahsis edilmiş olması ve de pek çok empirik delilin
etkili bir şekilde sunulması gibi sebeplerle ikna edici göründüğünde şüphe yoktur;
ancak bütün bunlara rağmen söz konusu yöntem, dinin gerçek anlamını bulmakta başarısız
olmaktadır. Bu çalışmalar, dinin bütüncül yapısına uygun olsalar bile yine de sonuç
başarısız olacaktır; çünkü bu tür bir çalışmayı okuyan bir kişinin zihninde İslâm'ın
bütüncül yapısı değil, Kâbe'nin önemi canlanacaktır. Okuyucunun zihninde kalan Kâbe'dir,
İslâm değil. Bu nedenle, kimliğinden uzaklaştırılarak takdim edildiği için dine
karşı bir haksızlık yapılmaktadır.
Tarafsızlık
ve objektiflik iddiaları da benzer bir yanlış anlamaya neden olmaktadır. Şayet çalışmanın
henüz başlangıcında bilim adamları din karşıtı ve tarihsel gelişme fikrine sahip
iseler, tarafsızlık ve objektiflik iddiaları doğru olamaz. Bu bilim adamlarına göre
"tarafsız” olmak, dine karşı duyarsız veya din karşıtı olmaktan başka bir şey
değildir. Şurası kesindir ki dinin dışında kalmak veya dine karşı olmak da kendi
içinde bir duruştur ve bu sebeple tarafsızlıktan söz etmek mümkün değildir. Aslında
din karşıtı olmak da bir tür tarafgirliktir.[24]
Tarafsızlık
ve objektiflik, bütün bilimsel çalışmalar için tek bir bilimsel yaklaşım düşüncesini
benimseyen bu bilim adamlarının saplantısı olması nedeniyle önem arz etmektedir.
Bu insanlara göre bir çalışma, konunun ne olduğuna önem verilmeksizin, ancak duygulardan
arındırılmış ve soyutlanmış bir şekilde ele alındığı takdirde bilimsel olabilir.
Böyle bir yöntemin din çalışmalarına zarar vereceği aşikârdır; zira dinin özü kuşatıcılığı
gerektirir. Din, zihni ve kalbi, hissi ve aklı kuşatmak ister. Gerçekten de çoğu
dine göre, kalbin cevapları zihnin cevaplarından daha üstün olmalıdır. Gönül alanına
ait olan şeyleri, yalnızca zihnin soğuk vasıtalarıyla incelemek şüphesiz ki en yanlış
ve en yetersiz bir yöntem olacaktır. Bu nedenle yukarıda açıklanan değişik Batılı
metodolojiler tarafından icra edilen dinin sözde bilimsel analizleri, dinin özünü
yakalamakta başarısız kalmaktadır. Öte yandan bu metodolojiler, kutsallık ve yücelik
gibi dinin özü olan şeyleri, dinden o derece soyutlamaktadır ki din, dinin dışında
başka bir şey haline gelmektedir.[25]
Bu
morfolojik çalışma yöntemi, kendini, sadece dinler ve dinî fenomenlerle ilgili çalışmalarla
sınırlandırmamıştır. Tıpkı dinlerle ilgili analizlerde olduğu gibi, hastalığı tespit
edilmek ve bir nevi otopsi yapılmak suretiyle din müntesipleri de aynı muameleye
tâbî tutulmuştur. Dindar insanların psikolojisi incelenip tahlil edilmiş ve bulgular
şöyle açıklanmıştır: Din, sadece çocukluğa ait ve korkmuş zihinlerle ilgili bir
şeydir, baba figürüne olan ihtiyaçtan gelişmektedir; ve bu safha aşıldığı takdirde
din, insanlar için önemsiz ve lüzumsuz bir şey haline' gelmektedir. Şu halde din,
olgunlaşmamış zihinlerin aklî yorumlarından ibarettir, bir illüzyondur.[26]
Gerekli ve faydalı olduğu düşünüldüğü zamanlarda bile din, sosyal barışı sağlayan,
bireyleri disipline eden, uygun âdetlerin yerleşmesine yarayan ve böylece toplumda
düzenin ve etkili bir yönetimin oluşmasına katkıda bulunan bir unsur olarak görülecektir.[27]
Dolayısıyla, şayet dindar insanlar hor görülüp incitileceklerse, bunun için, onları
din çalışmalarının sözde bilimsel ve objektif kalıplarına sokmaktan daha ağır bir
hakaret aramaya gerek yoktur.[28]
Söz
konusu sosyal bilimciler, kendi yöntem ve teorilerini müdafaa etmek gayesiyle, din
mensuplarına "kendileri hakkında konuşma" fırsatı da vermemektedirler.
Aksine, kendi yorumlarını bu dinlere ve dindarların düşüncelerine yansıtmaktadırlar.
Böylece terminolojiler ve dinî fenomenler, dindar insanların perspektifinden görülmek
yerine, bilim adamının dünya görüşüne ve düşünce tarzına uygun olarak düzeltilmekte
ve yeniden yorumlanmaktadır. Bu bilim adamları, hiç şüphesiz şu önyargının kehânetine
göre çalışmaktadırlar: Din tarihsel gelişime bağlıdır. Böylece müntesipleri gibi
dinler de, objektiflik ve bilimsel çalışma kılığına bürünmüş evrim teorisinin ışığında
incelenmektedir.
Tekrar
etmek gerekirse, Batılı Din Bilimleri’nin değişik metodolojilerine karşı burada
ifade ettiğimiz itiraz, bu metodolojilerde açık veya zımnî olarak gözlenen farklı
nedenlerden kaynaklanmaktadır. Buna göre Batılı Din Bilimleri metodolojileri:
1) Temelde din karşıtıdır.
2) Tarihsel gelişme
ve evrim paradigması içinde doğup gelişmişlerdir.
3) Bu metodolojilerde
dile getirilen objektiflik ve tarafsızlık iddiaları tamamen saçmadır.
4) Morfolojik analiz
yöntemi, dine at gözlüğüyle bakmaktadır; yani bu yöntem sınırlı, seçici ve bu nedenle
de yanlıştır.
5) Konular ve fenomenler
soyutlanmakta ve bağlamından koparılmaktadır.
6) Bu yöntemler, dini
manevî bir fenomen olarak değil, sadece zihnî bir fenomen olarak ele almakta ve
bu nedenle de yalnızca aklî analiz yöntemlerini uygulamaktadır.
7) Dinin özü olan
şeyler, yani yüceliği, kutsallığı ve ilâhî yönü ihmal edilmekte ve araştırma dışı
bırakılmaktadır.
8) Söz konusu yöntemler,
dindarların hassasiyetlerini ihmal, inkâr ve tahkir etmekte; dinlere ve müntesiplerine
kendileri hakkında konuşma fırsatı vermemektedir.
9) Dinler, gerçek
ve meşru varlıklar olarak görülmemektedir; olsa olsa faydaları nedeniyle kendilerine
itibar edilmektedir.
10) Hepsinden önemlisi
bunlar, Din Bilimleri için yeterli ve uygun olmayan sosyal bilim metodolojileridir.
Gerçekten
de bu husus Din Bilimleri alanında daha sonra gelen bilim adamları tarafından da
kabul edilmiştir. Bunlar arasında Wilfred Cantwell Smith ve onun ekolü vardır; bu
ekol inanan insanlardan oluşmakta ve Batılı metodolojilerin ihmallerinden şikâyet
etmektedir.[29] Onlar, alternatif
bir metodoloji geliştirememiş olmakla birlikte, dini daha hassas bir tarzda ele
almışlar; dinin, kendi bütünlüğü içinde gerçek, yararlı, anlamlı ve etkili bir unsur
olarak müminlerin bireysel ve toplumsal hayatlarına yerleştiğini görmüşlerdir. Fakat
Din Bilimleri metodolojisi ile bu kadar ilgilenmelerine karşın, yeni bir kuram geliştirmeyi
başaramamışlardır. Bunun nedeni belki de, metodolojilerini eleştirdikleri halde,
yine de, din çalışmalarında seleflerinin “bilimsel” veya “objektif” yaklaşım olarak
tanımladıkları şeye karşı ilgi duymaktan ve onların dünya görüşünden uzaklaşamamış
olmalarıdır.
Bununla
birlikte din çalışmalarında daha kuşatıcı ve daha hassas yaklaşım konusunda bu ekol
mensuplarının gayretleri, kendilerinden sonra gelen Huston Smith, Robert Ellwood,
David S. Noss ve John B. Noss gibi çağdaş din bilimcileri arasında taraftar bulmuştur.
Bu çağdaş bilim adamları ile selefleri arasında göze çarpan fark, bunların artık
yok olmaya doğru giden Din Bilimleri için (yeni) yöntemler formülleştirmeye yönelik
ilgi ve gayretleridir. Öyle görünüyor ki, yöntem geliştirme konusuna sadece fenomenologlar
eğilmektedir. Din Bilimleri'nde çalışan diğer bilim adamları ise, günümüzde daha
çok, dinleri insanlık yaşamında etkili ve gerçek, yaşayan ve büyüyen varlıklar olarak
sunma eğilimindedirler.
Bu
son gelişmeler, Müslüman din bilimcileri için genel olarak sevindiricidir. Ancak
yine de çağdaş İslâmî Din Bilimleri metodolojisinin, bizim kendi ihtiyaçlarımızı ve hassasiyetlerimizi göz önünde bulundurması gerekmektedir.
Bu metodolojinin, diğer dinlere mensup olan bilim adamları tarafından da benimsenmesi
beklenmektedir, ancak bu onların kendi ilgileriyle de alâkalı bir şeydir.
İslâmî
Bir Din Bilimleri Metodolojisi
İslâm
tarihinde dinlerle ilgili çalışmalara uygun düşebilecek bir metodolojiye yönelik
ilgi ve araştırma, oldukça erken bir dönemde başlamıştır. Bu yöndeki teşebbüsler
onuncu yüzyıla, yani ansiklopedist ve interdisipliner bir bilim adamı olan Ebû Reyhân
Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî'ye (326/973-443/1051) kadar geri götürülebilir. Kendisinden
önce pek çok bilim adamı Din Bilimleri alanında eserler yazmış olmakla birlikte,
M.S. 999 yılında yazılan ve Kitâbu'l-Asâr olarak bilinen Kitâbu'l-Asâri'l-Bâkiye
ani'l-Kurûni'l-Hâliye[30]
adlı eserinde “bilimsel ve objektif” bir çalışma, analiz ve kendi görüşünden ziyade
dinleri olduğu gibi takdim etme düşüncesini ilk kez ortaya atan ve bu konuda ısrar
eden Bîrûnî'dir.[31] Bîrûnî'nin
bu araştırmaya vakfettiği zaman en azından otuz yıldır. Din Bilimleri alanında daha
büyük bir şaheser olan ve Kitâbu'l-Hind olarak bilinen Fî Tahkîk mâ
li'l-Hind min Makûla Makbûle fi'l-Akl ev Merzûle[32]
adlı 1031' de yazılan eserinde de benzer bir hassasiyet göze çarpmaktadır. Bu eserinde
Bîrûnî şöyle demektedir:
Sağlam bir bilimsel yöntemin gereklerini bilmeyen bir yazar, sadece
birtakım sathi bilgilere ulaşır ve bu bilgiler ne ele alınan doktrinin müntesiplerini
ne de bu doktrini iyi bilen kişileri tatmin eder.[33]
Bîrûnî'nin
"bilimsel ve objektif” kelimeleriyle kastettiği anlamın, Aydınlanma düşünürlerinin
anladığı manadan tamamen farklı olduğu aşikârdır. Bîrûnî'nin bu kelimelerle kastettiği,
bir çalışma veya sunumun doğru olması, tarafgirlikten uzak olması, dinî metinler
ve empirik deliller kullanılmak suretiyle sistematik bir tarzda incelenip analiz
edilmesi ve müntesipleri nasıl anlıyorlarsa dinlerin o şekilde görülüp anlaşılması
gerektiğidir. Bîrûnî, bir çalışmanın “bilimsel” olabilmesi için bir kriter vermektedir;
buna göre bir çalışma, "doktrinin müntesipleri”ni ve "bu doktrini gerçekten
bilen kişiler”i tatmin etmelidir. Bir matematik ve fizik bilimci olması sebebiyle
Bîrûnî, doğruluk ve sistematik analiz üzerinde ısrarla durmuştur; öyle ki, bu (Din
Bilimleri) alanda çalışacak bilim adamlarının ihtiyacı olan zorunlu tavır ve eğilimin
çerçevesini de çizmiş ve böylece sadece iyi yetişmiş bir zekânın bu tür bir çalışmaya
girebileceğine işaret etmiştir.[34]
Diğer dinî toplulukları ve medeniyetlerinin başarılarını takdir etmekle birlikte,
Bîrûnî, hiç şüphe yok ki, İslâm dininin hak, diğerlerinin ise bâtıl (küfür ve dalâlet)
olduğuna inanan ve İslâm'ın kanunlarını diğer bütün kanunlardan üstün gören samimi
bir Müslüman olarak kalmıştır.[35]
Bîrûnî, dinleri doğru anlama ve sunma konusunda o kadar hassas davranıyordu ki,
Hinduizm ve Hindular ile ilgili çalışmalarında onların kutsal metin dilleri olan
Sanskritçeyi öğrenmeyi bile göze almıştır. Kendisine bu dili öğretecek bir selefinin
bulunmaması sebebiyle Sanskritçe öğrenmek Bîrûnî için oldukça zor olmuştur. Onun
yorulmak nedir bilmeyen bu teşebbüsünün ürünü olan Kitâbu'l-Hind, Sachau'ya
göre, ne Bîrûnî'den önce ne de sonra benzeri yazılan bir eserdir. Bîrûnî'nin eserine
hayranlık duyanlar, sadece Müslümanlar değil, bilâkis ve daha ziyade Batılı bilim
adamları ve Bîrûnî'nin incelediği değişik dinlerin mensuplarıdır.[36]
İşte bu nedenle Bîrûnî'nin metodolojisi gelişmiş, pratik ve etkin bir metodolojidir.
Aslında Bîrûnî tarih içinde, hem doğuda hem de batıda, Din Bilimleri alanında gerçekten
kayda değer, orijinal ve derin eserler vermesinin yanı sıra, sistematik bir metodoloji
geliştiren ilk bilim adamıdır. Bu sebeple, nasıl ki İbn Haldun “Sosyoloji'nin Babası"
olarak biliniyorsa, ben de doktora tezimde Bîrûnî'yi “Din Bilimleri'nin Babası”
olarak takdim ettim. Dolayısıyla çağdaş İslâmî Din Bilimleri metodolojisini incelediğimiz
bu çalışmada, bir ilham ve kılavuz olması için Bîrûnî'nin metodolojisine başvurmak
uygun olacaktır.
Bîrûnî'nin,
Din Bilimleri alanında doğru ve sahih bir bilim ile ilgili hassasiyeti, bilim adamının
kendisinden başlamaktadır. Hem Kitâbu'l-Âsâr'da, hem de Kitâbu'l-Hind'de
Bîrûnî, başka dinleri araştırmak isteyen bir kimsenin sahip olması gereken özellikleri
ve alması gereken tedbirleri açıklamaktadır. Bu bağlamda o şöyle demektedir:
1) Bilim adamı objektif,
doğru ve hakikat sever olmalı; asla, incelediği din ve toplumları yanlış anlatmamalıdır.
2) Dinleri, dinlerin
toplum, medeniyet ve tarihlerini yazmadan önce, bu konulan çok iyi bilmelidir.
3) Sadece otantik
metinlere ve bilgilere dayanmalıdır.
4) Dolayısıyla doğru
bilgi ile yanlış bilgiyi birbirinden ayırmasını bilmelidir.
Bununla
birlikte Bîrûnî'nin doğru bilgi ile ilgili hassasiyeti, doğru ve yanlış hakkındaki
kanaatini değiştirmemekte ve o, dinleri sadece iki kategoriye ayırmaktadır:
1) Hak din, yani İslâm,
2) Küfür veya dalâlet.
Bîrûnî,
daha önce de belirtildiği gibi, küfür ve dalâleti aynı kategoriye koymaktadır; zira
hem küfür hem de dalâlet, düzeltilmeye muhtaç olmayan Hakikat'in (İslâm'ın) reddi,
saptırılması ve değiştirilmesi demektir.
Bîrûnî'nin
metodolojisi, gerek metinle ilgili gerekse empirik nitelikte olsun, bağlam çalışmaları
hususunda ısrar etmektedir. Onun metodolojisinin özünü şu maddeler oluşturmaktadır:
1) Dinlere ve bu dinlerin
topluluklarına “kendilerini ifade etme" hakkı verilmelidir.
2) Hem metinle ilgili
hem de empirik çalışmalar zorunludur; metin çalışmaları dinlerin teorik yönünü,
empirik çalışmalar ise pratik yönünü anlamak için gereklidir.
3) Metinler, gelenekler
ve rivayetler tahlil edilip karşılaştırılmalı; sonra da sadece doğru verilere güvenilmelidir.
4) Bütün referanslar,
dinlerin otantik kutsal metin ve yazılarına, ve bu dinlerin bilim adamlarına ait
güvenilir yazılara dayandırılmalıdır.
5) Dinler, eğitimli
zümrelerin verdiği bilgiler ve onların onayladıkları pratikler aracılığıyla takdim
edilmelidir.
6) Eğitimsiz ve küçük
grupların benimsediği popüler uygulamalar hakkındaki bilgiler de gereklidir; ancak
bu veriler, söz konusu dinleri ve dinlerin topluluklarını betimlemek ve onlar hakkında
konuşmak için kullanılmamalıdır.
Bîrûnî'nin
Din Bilimleri alanındaki en belirgin özelliği, değişik dinlerde görünen dinî fenomenleri
karşılaştırmalı olarak analiz edebilme yeteneğidir; bu da, onun çalışmasını, haklı
olarak "Karşılaştırmalı Dinler Tarihi" alanına sokmaktadır. Onun eserlerinde
aşağıdaki mukayese yöntemlerini tespit etmek mümkündür:
1) Benzerlik ve paralellikler,
karşılaştırma ve çelişkilere tercih edilmiştir.
2) Karşılaştırmalar,
düzeltme gayesiyle değil, okuyucunun, incelenen konuları daha iyi anlayabilmesi
için yapılmıştır.
3) Benzerlik ve paralellikler,
okuyucunun aşina olduğu dinlerden ve dinî topluluklardan alınmıştır.
4) Karşılaştırmalı
analizler, dinler arasında (dinlerarası karşılaştırmalar), bir dinin mezhepleri
arasında (mezheplerarası karşılaştırmalar) ve bir din içinde (din içi karşılaştırmalar)
yapılmıştır.
5) Benzerlik ve paralellikler,
İslâm toplumu ve mezheplerinden de alınmıştır.
Bîrûnî'nin
metodolojisi, dinlere ve mensuplarına kendileri hakkında konuşma fırsatı vermesine
karşın, bilim adamının kişisel yargıda bulunma ve değerlendirme yapma hakkını elinden
almamaktadır. Ancak bu değerlendirme ve yargıların, güçlü delillerden hareketle
yapılması gerekmektedir. Bîrûnî'nin eserlerinden şu eleştiri yöntemleri çıkarılabilir:
1) Eleştiri ve yorumlar
delillere ve haklı nedenlere dayanmalıdır.
2) Deliller ve haklı
nedenler ise ya metin ve geleneklerden, ya inceleme ve araştırmalardan ya da gözlem
ve usavurma sonucu elde edilen verilere dayanmalıdır.
3) İfade ve sözler,
incelenen dinlerde kullanıldığı ve din müntesiplerinin dile getirdiği bağlam içinde
anlaşılmalı ve tespit edilmelidir.
4) Muhaliflerin tezlerine,
muhakemelerine ve onların içinde bulundukları ortama da önem verilmelidir.
5) Doğru olma ihtimali
olan söz ve rivayetler, aksi ispatlanmadığı sürece doğru kabul edilmelidir.
6) Matematiksel işlem
sonucu doğrulanabilecek şeylerin ispatlanmasında matematik ve hesap kullanılabilir.
7) Dinler arasında
değerlendirme yaparken, ilgili gruplara ait gelenekler, öğretiler ve düşüncelerin,
bilim adamı tarafından doğru bir şekilde sunulması önemlidir.
8) Dinler ve dinlerin
toplulukları arasında analiz ve karşılaştırma yaparken, bilim adamının, herhangi
bir grubun tarafını tutmaması çok önemlidir.
Açıkça
görülüyor ki, Bîrûnî'nin metodolojisi onuncu veya on birinci yüzyılda oluşturulmuş
olmasına rağmen, günümüzde de kullanılabilir. Şu da kesindir ki, din tasnifi ile
ilgili görüşleri bir kenara bırakılırsa, Bîrûnî'nin yöntemi evrenseldir ve herhangi
bir din mensubu veya din karşıtı olan bir bilim adamı tarafından da uygulanabilir.
Bîrûnî'nin metodolojisi, şu hususları içermesi bakımından, Batı'da daha sonra gelişen
değişik metodolojileri gölgede bırakmaktadır:
1) Bîrûnî'nin metodolojisi,
bilimsel ve sistematik bir öze sahip olmasına karşın, dinlerin kutsal, yüce, aşkın
ve tabiatüstü yönünü ihmal etmez.
2) Bilim adamı, incelediği
dinlerin kendileri hakkında öne sürdükleri “hak din” olma iddiasını çürütmesine
karşın, bu dinlerin varlık realitesini kabul eder; kendi toplumları üzerindeki etkisini
ve önemini tanıyıp saygı gösterir; ve kültürlü bir medeniyetin, disiplinli ve teşkilatlı
toplumların ortaya çıkmasındaki rollerini takdir eder.
3) Bilim adamı, kendi
dinî kanaatlerini ve bağlarını, çalışmalarında objektif olmak gayesiyle gizlemek
zorunda değildir; ancak bu kanaatlerin, diğer insanların inançları ve eserleriyle
ilgili haksız değerlendirmelerde bulunmasına engel olabilir.
4) Bilim adamı, çalışmasının
“bilimselliğini” tespit edecek bir ölçüte sahiptir; bu ölçüt, din müntesiplerinin
ve incelenen dinleri gerçekten bilen kişilerin, yapılan çalışmayı tatmin edici bulmalarıdır.
5) Böyle bir çalışma
yapıldığında, incelenen dinlerin müntesipleri ve teologları, Batılı sosyal bilimcilere
ve onların Din Bilimleri metodolojilerine yönelttikleri eleştirileri, Bîrûnî'ye
ve onun metodolojisine yöneltmeyeceklerdir.
Aslında
Bîrûnî'nin ilgisi, salt bir akademik merak meselesinin ötesine geçmektedir. Değişik
dinî topluluklar ile ilgili çalışmalarında Bîrûnî, incelediği insanlara pratik yardımlarda
da bulunmuştur. Meselâ, Yahudi şenlikleri ve kutsal günleri üzerine yaptığı hesaplarda
Bîrûnî, Yahudi bilim adamlarından oldukça önce "bilimsel bir Yahudilik kronolojisi
sistemi"ne ulaşmıştır. Zerdüştîlik ile ilgili açıklamalarında o, Zerdüşt Dini
ve toplulukları hakkında günümüzde çok az bilinen bilgileri, onlar için koruyabilmiştir.
Kendi dönemindeki Hindu tarihi hakkında verdiği bilgiler de böyledir.[37]
Bu nedenle Bîrûnî dinler ve toplumlararası ilişkilerin güzel bir örneğidir.
Bîrûnî'nin
yazılarından bu yana neredeyse on asır geçmesine ve insanlık tarihinde pek çok gelişme
kaydedilmesine rağmen, onun görkemli çalışmaları, geçen asırlarda
olduğu gibi hiç şüphesiz günümüzde de etkisini devam ettirmektedir. Bununla birlikte,
Din Bilimleri alanındaki çağdaş çalışmalar bağlamında birtakım düzenlemeler ve ilâveler
yapmak gerekmektedir.
İslâmî
Bir Din Bilimleri Metodolojisinin Teşekkülüne Doğru
Daha
önce de tartışıldığı üzere, Batılı Din Bilimleri metodolojileri, bu disiplinin gereklerini
yerine getirme konusunda başarısız olmuş gibi görünmektedir. Bunun sebebi, sadece
söz konusu sosyal bilim metodolojilerinin din karşıtı bir dünya görüşü temeline
dayanmaları değil, aynı zamanda daha önce de gösterildiği gibi, (dini) oldukça yanlış
anlamış olmalarıdır. Müslümanlar için, (bilimsel çalışmalar da dâhil) herhangi bir
işe başlamak, şu veya bu şekilde, ibadetle ilgili bir hassasiyetten kaynaklanmak
zorundadır. Özellikle Din Bilimleri söz konusu olduğunda bu, Peygamberin (sav) Müslüman
olmayanlara, bilhassa ehl-i zimme'ye karşı gösterdiği ilgi ve saygısının bir devamı
olarak görülebilir. Bu konuda yardımcı olabilecek Kur'ân hükümleri de bulunmaktadır.
Gayr-i Müslimlere gösterilen bu ilgi, adaletin muhafaza edilip yüceltilmesini; din
konusunda tercih yapma özgürlüğünün tanınmasını ve bu özgürlüğe saygı gösterilmesini
de içermektedir. Bu tip emirler, gayr-i Müslimlerle birlikte yaşarken Müslümanların
muhafaza etmesi gereken ilişkinin en güzel örneğini motive etmekte ve aynı zamanda
Müslümanları, Allah'ın yeryüzündeki vekili ve insanlığın şâhidi olarak[38]
görevlerini ifa etme konusunda gerekli olan hassasiyetle donatmaktadır.
Bu
durumda hakkaniyet ve doğruluk konusundaki hiçbir eksiklik, İslâmî Din Bilimlerinin
temelinde yer alamaz. Bîrûnî, bu konuda şöyle demektedir:
Yegâne övülecek kişi, yalan söylemekten kaçınan ve daima hakikatin
yanında olan kişidir; bu kişi, bırakın diğerlerini, yalancılar arasında bile saygınlık
kazanır.[39]
Biz
Müslümanlar İslâm'ın yanlış anlatılmasından rahatsız olduğumuz gibi, diğerleri de
kendi din ve inançlarının yanlış anlatılmasına öfkelenmektedirler. Bu nedenle herhangi
bir tartışma ve işbirliğinin başarılı olabilmesi için, bunun birbirine saygı zemininde
başlaması gerekmektedir; bu da ancak, birbirimizin inanç ve hassasiyetlerini doğru
anlayıp hak ettiği saygıyı göstermekle oluşabilir.
Hakkaniyet
ve adalet, doğru metodoloji sayesinde olduğu kadar, uygun bir perspektif ve meslek
ahlâkı ile tesis edilip korunabilir; bunu sağlamak için de, yukarıda ayrıntılarıyla
açıklandığı gibi, Bîrûnî'nin metodolojisi ve onun bir bilim adamında bulunmasını
öngördüğü özellikler uygulanabilir. Bu, bir konu hakkında yapılacak olan bağlam
çalışmalarını gerektirir. Bağlam çalışmaları ise, hem metinle ilgili hem de empirik
yöntemleri içermektedir. Metin çalışmaları, hemen hemen bütün kutsal metinlerin
ve dinî literatürün dünya dillerine tercüme edilmesi sebebiyle günümüzde oldukça
kolaylaşmıştır. Dünya dinlerinin neredeyse bütün müntesipleri ve bilginleri ile
değişik dillerde konuşmak mümkün olduğu için, (dinlerle ilgili) ayrıntıları incelemek
de artık daha az sorun olacaktır. Empirik çalışmalarda da durum aynıdır. Günümüzde
din müntesipleri, (şayet çok heyecanlanmazlarsa) kendi dinleri hakkındaki tartışmalara
daha açık ve bu konuda daha az çekingendir.[40]
Yine televizyondan ve video programlarından elde edilen pek çok ders ve bilgi, bilim
adamlarına, toplulukların kendi dinleri hakkındaki hassasiyetlerini ve heveslerini
görüp hissetme fırsatı vermektedir; bu ise, dinleri, uygulamada olduğu gibi görmek
anlamına gelmektedir. Bu süreç boyunca, Bîrûnî'nin de tavsiye ettiği üzere, dinlerde
şayet farklılıklar görünüyorsa, doğru inanç ve uygulamaları popüler olanlardan ayırmak
gerekmektedir. Bu, Bîrûnî'nin de belirttiği gibi, dinin gerçek öğretilerini anlayabilmek
ve dinlerin belki de mekruh görüp reddettiği popüler uygulamalarla gerçek öğretileri
karıştırmamak için gereklidir. Bilim adamının, bilgileri herhangi bir şekilde karıştırması,
yanlış anlamanın bir işaretidir. Yanlış anlama, nihai olarak dinlerin ve toplumlarının
yanlış bir şekilde tanıtılmasına neden olmaktadır. Bunun ise, müzakere ve tartışmalarda
bir hayli sorun yaratabileceğini söylemeye bile gerek yok.
Bilim
adamı, dinler hakkındaki açık ve sağlam bilgiler sayesinde müzakere ve tartışmalarda
diğer insanlarla tartışabilir; ancak bunu yaparken, Kur'ân'ın da öğrettiği gibi,
hikmet ve saygı hissini zihninden çıkarmamalıdır. Tartışmalar; aklî, bilimsel, metinle
ilgili, empirik, akademik veya tarihî gibi farklı alanlara taşınabilir. Müslüman
bilim adamı, uygun olan yerlerde, dinlerin, kendilerinin "hak din” olduğu yönündeki
iddialarını da, Kur'ânî ve İslâmî perspektiften değerlendirebilir.
Dinleri
ve din müntesiplerinin hassasiyetlerini doğru anlamak, pratikte gayr-i Müslimlerle
işbirliğine ve dostluğa kadar ileri gidebilir. Gerçekten de günümüzde dindarlar
arasında, toplumsal ve çevre ile ilgili sorunlarla mücadele konusunda bir işbirliği
ve birliktelik ruhu yönünde açık bir eğilim görülmektedir. Bu tip çalışmalarda Müslümanların
işbirliğini reddetmesi, ne mümkün olan ne de tavsiye edilen bir şeydir. Mümkün değildir;
zira insanlığı etkileyecek bir durum, tabiatıyla, gerek bireysel gerekse toplumsal
olarak Müslümanları da etkileyecektir. Tavsiye edilemez; zira Allah Teâlâ'nın insanlar
üzerinde şahit ve yeryüzünde kendisinin vekili olarak yarattığı Müslümanların, işbirliği
ve yardımdan geri çekilmesi İslâmî hükümlere aykırıdır. Bu nedenle Din Bilimleri
disiplini, kişiler ve toplumlararası ilişkilerinde Müslümanların önemli bir veçhesidir.
Müzakere
ve tartışmalar, sadece, dinlerle ve toplulukların hassasiyetiyle ilgili doğru ve
gerçek bilgilere dayanmalıdır. Bîrûnî'nin sözlerini hatırlamak gerekirse;
Bir yazar, şayet sağlam bir bilimsel yöntemin gereklerini bilmiyorsa,
birtakım sathi bilgiler elde edecektir ve bu bilgiler ne ele alınan doktrinin müntesiplerini
ne de bu doktrini iyi bilen kişileri tatmin edecektir.[41]
Dinlerin
ve toplumlarının doğru bir şekilde anlaşılmasından sonra, ele alınan dinin, kendisinin
"hak din” olduğu iddiasının değerlendirilip çürütülmesi, aklî, metinle ilgili,
empirik, tarihî vb. pek çok değişik yöntem kullanılarak yapılabilir; hatta elverişli
olan durumlarda, dinler ve müntesiplerinin "hak din” olma iddialarıyla, bilim
adamının dünya görüşü ve yargıları arasında karşılaştırmalar da yapılabilir. Son
olarak bizim çalışmamızın başarısı ve doğruluğu, “incelenen doktrinin müntesiplerinin"
ve "bu doktrini gerçekten bilen kişilerin" tepkileriyle ölçülebilecektir.
Şayet onlar kabul ederlerse, çalışmamız tam ve başarılıdır; reddederlerse, çalışmamız
yanlış ve dolayısıyla başarısızdır.
Müslümanların
Din Bilimleri'ne ve genel olarak diğer dinlerle ilgili çalışmalara yaklaşımı, ibadet
(bilincinin) sınırları içinde olmalıdır. Kur'ân'da şöyle buyurulmaktadır:
Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık.
Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki
Allah yanında en değerli olanınız. O'ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,
her şeyden haberdardır.[42]
Bu
durumda, diğer dinlerde aranan Hakikat değil; daha ziyade ibadet bilinci, kişiler
ve toplumlararası ilişki ve muhabbet şuuru içinde bütün insanların faydası için
paylaşılabilecek medeniyet unsurlarını bulup takdir etmektir. Hz. Peygamberin bize
tavsiye ettiği gibi, biz, nerede bulursak bulalım ilmi almalıyız; çünkü ilim ümmetin
kayıp malıdır. Gerçekten de diğer topluluklardan elde edilebilecek ve hem Müslümanlara
hem de bütün insanlara fayda verebilecek sınırsız bilgiler vardır.
* Kamar Oniah Kamaruzaman, "Toward
Forming An lslamic Methodology of Religionswissenschaft: The Case of al-Bîrûnî",
al-Shajarah, 3/2, Kuala Lumpur (Malezya) 1998, s. 19-44.
** Uludağ Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi. mtarakci@uludag.edu.tr
[1]
Trimurti: Hinduizmdeki teslis anlayışıdır. Bu teslis inancına göre Hakikat'in
üç Formu olarak görülen Brahma yaratıcı, Şiva yıkıcı, Vişnu ise koruyucudur.
Geniş bilgi için bkz. Alf Hiltebeitel, “Hinduism”, Encyclopedia of Religion,
VI/349 (çev.).
[2]
Ebû Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî, Fî Tahkîk Mâ li'l-Hind min Makûle
Makbûle fi’l-Akl ev Merzûle (veya bilinen adıyla Kitâbu’l-Hind). s.
18.
[3]
Geniş bilgi için bkz. S. M. Nakip Attas, Prolegomena to the Metaphysics of Islam: An Exposition of the
Fundamenlal Elements of the Worldview of Islam (Kuala Lumpur: ISTAC,
1995), s. 1-14.
[4]
Meselâ Hıristiyan teolojisindeki, özellikle Baba, Oğul ve Kutsal Ruh'tan oluşan
teslis inancındaki tarihsel gelişime bakınız. Bu temel doktrinin bugünkü
şekline gelmesi, M. S. 325 yılındaki İznik Konsili'nden başlamak üzere değişik
ekümenik konsillerde alman kararlar aracılığıyla, 600 yıldan fazla bir sürede
gerçekleşmiştir.
[5]
Örnek olarak Eski Ahit'te, Patriyarkal Dönem’in monolatry anlayışından
(monolatry: tek bir Tanrı'ya inanmak, ancak bu tanrının yegâne Tanrı olduğunu
iddia etmemek), Musa tarafından açıklanan ve daha sonra peygamberler tarafından
da kabul edilen mutlak monoteizme doğru bir gelişmenin izine rastlanmaktadır.
[6]
Bu nedenle Hindular arasında monoteistler, politeistler ve hatta ateistler
bulunmaktadır. Dinsel tören ve ibadetler kast sınıflarına göre değişmektedir.
Ünlü Hindu formülü şöyledir: “Aynı Hakikate giden pek çok yol vardır".
[7]
Söz gelimi, Theravada, Mahayana. Vijriyana, Zen Budizm gibi farklı mezheplerde
görüldüğü üzere yerel inanç ve uygulamalarla uzlaşılmasına ve böylece meydana
gelen değişikliklere dikkat ediniz.
[8] Çin ve Japon
dinlerindeki atalara tapınma örnek olarak gösterilebilir. Bu inanış sebebiyle
Şintoizm'e ve Çin dinlerine girmek mümkün değildir. Çünkü kişi ibadet etmek
için kendi seleflerine veya atalara sahip olmak zorundadır; zira atalar
paylaşılamaz. Bu nedenle bir geçmiş zorunludur ve her din değiştirme, geçmişi
olmayan bir 'başlangıç' gerektirdiği için, ihtida mümkün değildir.
[9] Zerdüşt'ün
öğrettiği şekliyle Zerdüştîlik başlangıçta bir monoteizm inancı idi. Bu inanç
sisteminde Ahura Mazda, kendisine hakkıyla ibadet edilmesi gereken Yaratıcı Tanrı'ydı.
Zamanın değişmesiyle ve bir din için çok iyi olmayan bir kader sebebiyle Zerdüştîlik,
tedricen sayısız anlayışları bünyesine almıştır. Bu sebeple bugün bazı
Zerdüştîler halâ mutlak monoteistken, bazıları düalist, bazıları da
politeisttir.
[10] Sihizm,
İslâm ile Hinduizm'i uzlaştırma teşebbüsüdür. Teolojide monoteist karakteriyle
İslâm'a yaklaşan Sihizm, doktrinde ise tenâsüh, kurtuluş gibi Hindu
doktrinlerini benimsemesi sebebiyle Hinduizme yaklaşmıştır.
[11] Bu
sebeple el-Attas'a katılıyor ve "dinlerin aşkın birliği", "aynı
hakikate giden farklı yollar", "Hakikatin farklı yüzleri", "Aynı
Hakikatin ifadeleri (veya varyasyonları)" gibi kavramları kesinlikle kabul
etmiyorum. Dinler arasında bazı benzerliklerin, ortak ilgilerin bulunduğu
doğrudur. Her şeyden önce, din ve dindarlık hissi, insanın temel özüne, yani
rûhî yönüne hitap eder, onu cezbeder; ve bu öz de bütün normal insanlarda
bulunmaktadır. Ancak yine de bu ihtiyacın yorumları, ifadeleri ve tezahürleri
tamamıyla farklıdır. Bu nedenle Mistisizm'de olduğu gibi benzer şekiller
(formlar) alan ifade ve tezahürler bile, oldukça farklı kavramlara ve inanç
yapılarına dayanmaktadır. Bkz. El-Attas, Prolegomena, s. 1-14. Şüphesiz
ki böyle bir (yanlış) anlayışın tehlikesine karşı İslâm dünyasını ilk uyaran
kişi Prof. Attas olmuştur.
[12] Aşk,
sevgi, dostluk anlamına gelen Arapça muhabbet kelimesinden alınmıştır.
[13] Ben bu
konuyu, "Early Muslim
Scholarship in Religionswissenschaft: A Case Study of the Works and
Contributions of Abu Rayhân Muhammad ibn Ahmad al-Birûnî" (ISTAC,
Doktora Tezi, 1997) adlı doktora tezimin Birinci Bölüm ünde detaylarıyla
tartışmıştım.
[14] H. U. Weitbrecht Stanton, The
Teaching of the Qur'an, Biblo & Tannen, New York 1969 (Orijinal
Baskı: 1919), s. 71.
[15] Hatta
Müslüman İspanya'da yaptıkları gibi, imha etmek. Hıristiyan Batı'nın bu bilim
dalındaki görüşlerinin tarihçesi ile ilgili açıklamalar için bkz. Erle J. Sharpe,
Comparative Religion, A History, ( 1986), I-III. Bölümler.
[16] Ayrıntılı
bilgi için bkz. D. S. Noss & J. S. Noss, A History of the World's
Relıgions, New York 1990, s. 520-521.
[17] Bu
dönemde bilim alanında Antropoloji, Sosyoloji ve Psikoloji gibi yeni branşların
da ortaya çıktığı görülmektedir.
[19] Bkz.
Max Weber, The Sociology of
Religion, Boston 1963; A. Van Gannep, The Rites of Passage,
Chicago 1960; Clifford Geertz, lslam Observed, Chicago 1968.
[20] Sigmund
Freud, The Future of An
Illusion, (edited
and translated by James Strachey), New York 1989; C. G. Jung, Psychology and Religion.
London 1938.
[21] Bu
bilim dalı Gerardus Van der Leeuw, P. D. Chantepie de la Saussaye gibi bilim
adamlarını ve Ninian Smart'ın Çağdaş Okulunu içine almaktadır.
[22] Örnek
olarak, Din Antropolojisi'nde E. Durkheim'in Dinî Hayatın İbtidâî Şekilleri
adlı eserinde ayrıntıların nasıl analiz edildiğine ve düşüncelerin nasıl
geliştirildiğine bakılabilir.
[23] Bu
amaçla Ninian Smart, Din Fenomenolojisi'nde dar (derin) ve geniş çalışmalar;
niteleyici, hikayevî ve yapısal sunumlar; zahirî ve bâtınî açıklamalar gibi
terimler geliştirmiştir. Bkz. Ninian Smart, The Phenomenon of Religion, London
1978.
[24] Meselâ
Din Psikolojisi'nde Sigmund Freud’un dine ve dinle ilgili meselelere verdiği
cevaplara bakınız: The
Future of An Illusion
ve Civilization and lts Discontents (ed. and trans. by James
Strachey), New York 1961.
[25] Söz
gelimi, Freud'un, dini, olgunlaşmakta olan bir zihnin ürünü olarak gören;
sonuçta ise, zihin olgunluğa ulaşınca insanların artık dine ihtiyaç
hissetmediklerini ve tâbi olmadıklarını iddia eden yorumlarına bakınız.
[26] Örnek
olarak bkz. Freud, Sigmund, The Future of an Illusion ve Civilization
and Its Discontents.
[27] E. Durkheim,
Max Weber gibi Din Antropologları ve Sosyologlarının, Kart Marx ve Hegel gibi
Sosyoloji filozoflarının eserlerine bakınız.
[28] Meselâ
loachim Wach, Wilfred C. Smith, Joseph Kitagawa gibi yazarların gelecek
dipnotta zikredilen kitapta bulunan yorumlarına bakınız.
[29] Benzer
bir yaklaşımı benimseyen diğer bilim adamları için bkz. Joachim Wach'ın
eserleri; The Comparalive
Study of Religions (ed. Joseph Kitagawa), New York 1958 ve Essays in
the History of Religions, New York 1988); Wilfred C. Smith, The History
of Religion, Essays on Methodology, Chicago 1959 ve The Meaning
and End of Religion, New York 1962: Joseph M. Kitagawa, The History
of Religions: Essays on the Problem of Understanding, Chicago
1967 ve The History of Religions: Retrospect and Prospect, New
York 1985.
[30] Ebû
Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî, Kitabu’l-Âsâri’l-Bâkiye ani'l-Kurûni'l-Hâliye,
(ed. Edward S. Sachau, Leipzig 1923). Sachau, bu eseri, Albîrûnî's
Chronology of Ancient Nations or Vestiges of the Past (Lahore, 1983) adıyla
İngilizceye tercüme etmiştir.
[31] Bu
eserinde Bîrûnî şöyle demektedir: "Bu konu, akli muhakemelerle, felsefi
görüşlerle veya duyularımızın verilerine dayanan tümevarım yoluyla anlaşılamaz:
yalnızca yazılı bir geleneğe sahip olanların, farklı din mensuplarına değişik
doktrin ve dinî mezhep taraftarlarının verdikleri bilgileri kabul etmek
suretiyle anlaşılabilir. Farklı din ve mezheplere mensup olan bu insanlar söz
konusu kuralları uygulamakta ve onların görüşleri daha sonra kurulacak olan
sistemin temeli haline gelmektedir." Kitâbu’l-Âsâr, 4: Albîrûnî's
India, 3.
[32] Ebû
Reyhân Muhammed b. Ahmed el-Bîrûnî, Fî Tahkîk mâ li'l-Hind min Makûla
Makbûle fi'l-Akl ev Merzûle (Andra Pradesh, Osmania Oriental Pub., Bureau
1958). Bu eser de Edward C. Sachau tarafından Albîrûnî's India adıyla İngilizceye
tercüme edilmiştir (New Delhi 1983).
[33] Bîrûnî
şöyle devam etmektedir: "Böyle bir durumda şayet yazar dürüst bir kişi ise,
sözünü geri alacak ve utanç duyacaktır. Ancak hakikatin hakkını veremeyecek
kadar âdî bir insansa, kendisinin başlangıçtaki hareket noktasını savunan
kavgacı tutumunda ısrar edecektir. Öte yandan, doğru yönteme sahip olan yazar,
rivayet ve efsanelerinden, incelediği mezhebin akidesini çıkarmak için elinden
gelen gayreti gösterir. Bu rivayet ve efsaneler, insanların kendisine anlattığı
ve kulağa hoş gelen şeylerdir; ancak araştırmacı, hiçbir zaman bu rivayet ve
efsaneleri tasdik etme ya da onlara inanma hülyasına kapılmayacaktır". Kitâbu'l-Hind,
4: Albîrûnî's India, 6.
[34] Bîrûnî,
Kitâbu'l-Âsâr'da şöyle demektedir (s. 4) (Albîrûnî's Chronology, s.
2): "Bütün bunlardan sonra tam olarak anladım ki bu, konuya mantıkî bir
düzen içinde yaklaşmak isteyen ve okuyucunun zihnini şüphelerle bulandırmamaya
dikkat eden kişiler için değinilmesi zor bir konudur ve anlaşılıp düzenlenmesi
kolay olmayan bir hedeftir.".
[35] Bîrûnî,
Kitâbu'l-Hind’de şöyle demektedir (s. 84) (Albîrûnî's lndia, s.
110): "Burada bu şeyler hakkında bir tarif veriyoruz ki okuyucu, bu konuda
karşılaştırmalı olarak Islâm'ın kurallarının ne kadar üstün olduğunu; aradaki zıtlıkların,
İslâm'ın dışında kalan bütün örf ve âdetlerin temel zaaflarını ne kadar açık
bir şekilde gösterdiğini öğrenebilsin.".
[36] Bunlar arasında
Edward C. Sachau, Arthur Jeffery, Bruce Lawrance, Montgomery Watt, Suniti K. Chatterji
ve J. Gonda gibi kişiler vardır. Belki de bilim adamlarının Bîrûnî’ye duydukları
hayranlığı en güzel şekilde çağımızın önde gelen Hintli bilim adamı Suniti K. Chatterji’nin
şu sözlerinde bulmak mümkündür: "Bîrunî'nin bilim adamlığı hem geniş hem de
derin olmakla birlikte, o sadece bizim minnettarlığımızı hak etmiyor. Bîrûnî yalnızca
bir bilim adamı değil, aynı zamanda adil bir insandır ve sahip olduğu dinî kanaatler,
kendisini, farklı çevrelerde yetişen başka insanların başarılarını küçümsemeye sevk
etmemiştir." Suniti K. Chatterji, "Al-Bîrûnî and Sanskrit", Al-Bîrûnî Commemoration Volume,
(A. H. 362 - A. H. 1362) (Calcutta, 1951), s. 83.
[37] Sachau'nun
Albîrûnî's Chronology ve Albîrûnî's lndia adlı eserlere yazdığı önsözlere
bakınız.
[38] Bkz. Yunus,
10/99; Mâide, 5/48; En'âm. 6/108; Nahl, 16/125 vb.
[39] Kitâbu'l-Hind.
s. 2 (Albîrûnî's India, s. 4).
[40] Bizim, Malezya'da
değişik din yetkilileriyle yaşadığımız son tecrübede de bunu görmek mümkündür. Mabet,
gurdwara (Pencap dilinde "Guru'nun Kapısı' anlamına gelmektedir; terim olarak
ise Sihlerin ibadet yerlerini ifade etmektedir -çev.), kilise gibi yerleri ziyaret
ettiğimizde, sadece çok güzel bir şekilde karşılanıp dinî konular ve uygulamalar
hakkında öğretici bilgiler almadık, aynı zamanda yetkililer bize ayrıntılı ibadet
uygulamalarını da gösterdiler.
[41] Kitâbu'l-Hind.
s. 4 (Albîrûnî's India, s. 6).
[42] Hucurât.
49/13.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder