Uludağ Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c. 7, sy. 7, 1998, s. 737-751.
Yazar hakkında kısa bilgi
1856 yılında Seydişehir’de doğan M. Es’ad, tanınmış hukukçu ve yazarlarımızdandır. Mekteb-i Hukuk’u (Hukuk Fakültesi’ni) ikincilikle bitirmiştir. 1885 yılında İzmir Bidâyet Mahkemesi Reisliğine tayin olunan M. Es’ad, bu görevini on bir yıl sürdürmüştür. 1896 yılında Maliye Nezâreti Hukuk Müşaviri olmuştur. Bu görevi esnasında Mekteb-i Hukuk’ta Mecelle ve Hukuk Tarihi; Mekteb-i Mülkiye’de Devletler Hukuku ve İktisat; İlahiyat Medresesi’nde Hukuk, İktisat ve Din; Darülfünûn Edebiyat şubesinde İslam Tarihi dersleri okutmuştur. Bir müddet Tapu ve Kadastro Nâzırlığı ve Adliye Nâzır vekilliği yapan M. Es’ad, 18 Mart 1918’de İstanbul’da vefat etmiştir.
Mahmut Es’ad, devrinin diğer aydınları gibi, pek çok sahada eli kalem tutan yazarlardan biridir. Onun, sayılan yirmiyi aşan eserleri arasında ilk göze çarpan kitapları: Telhis-i Usûl-i Fıkıh, Usûl-i Fıkıh, Tarih-i Din-i İslam, Tarih-i İslam, Hukuk-ı Hususiye-i Düvel, Hukuk-ı Düvel, Tarih-i Edyan, Müdafaa, Şeriat-ı İslamiye ve Mister Carlyle’dir.
Eser hakkında kısa bilgi
Mahmut Es’ad’ın yayına hazırladığımız Müdafaa’sı, Sebilü’r-Reşâd dergisinde neşredildikten sonra, ücretsiz olarak halka dağıtılmak üzere 1331 yılında İstanbul’da basılmıştır. Bu müdafaa, esas itibariyle, Hıristiyan misyonerler tarafından yazılmış olan “Kelimetullah-i Teâla’ya Dair Hutbe’’ adlı risaleye, “Müdafaa” üst başlığı altında aynı adla kaleme alınan bir reddiyedir. M. Es’ad, maalesef, misyonerlerin yazdığı risaleyi eserine almamış; sadece kısa birtakım alıntılarla yetinmiştir. M. Es’ad’ın ifadelerinden anlayabildiğimiz kadarıyla, misyonerlerin yayınladığı risalede, Hıristiyan inançları arasında yer alan “İsa’nın Allah’ın Kelâmı, Kelâm’ın da Allah olduğu” inancı, Kur’ân âyetlerinden de yararlanılarak ispat edilmek istenmiştir. M. Es’ad da onların bu iddialarını çürütmeye çalışmıştır.
M. Es’ad’ın Müdafaa’sına geçmeden önce Hıristiyanlık’taki vahiy anlayışına kısaca değinmenin faydalı olacağı kanaatindeyim.
Hıristiyanlık’ta Vahiy Anlayışı
Vahyin karşılığı olarak İngilizce’de kullanılan “Revelation” kelimesi, Tanrı’nın kendisini “açması” ya da “göstermesi” anlamına gelir.[1] “Revelation” kelimesini, Yahudiliğin ve Hıristiyanhğın vahye yüklediği anlamı da göz önünde bulundurarak “Tanrı bilgisinin verilmesi”[2] şeklinde tanımlayabiliriz.
Hıristiyanlıkta Tanrı-insan ilişkisi İsa vasıtasıyla kurulmuştur. Hıristiyanlıkta İsa, Tanrı’nın oğlu[3], İnsanoğlu[4], Mesih[5], Peygamber[6] ve Rab[7] gibi sahip olduğu niteliklere ilaveten Tanrı’nın Kelâmı[8] olarak da kabul edilmiştir. Hz. İsa’da görülenler, ulûhiyyetin tecellilerinden ibarettir. İlâhi tabiat, insanların kavrayabilmesi için onda insani bir surete bürünmüştür[9]. Yeni Ahit’te şöyle denmektedir:
“Allah eski zamanlarda çok parçalar ve çok tarzlarla peygamberlerde babalara söylemiş olup bu günlerin sonunda bize her şeye vâris tayin ettiği ve vasıtası ile âlemleri yarattığı kendi Oğlunda söyledi”’[10]
“Hıristiyan araştırmacılara göre iki çeşit vahiy vardır: Birinci tür vahiyde vahiy görevi, vahyi alan kimsenin kendi varlığından ayrıdır ve onun fevkindedir. İbrahim, İshak, Yakup ve Musa gibi peygamberlere gelen vahiyler bu türdendir. Bunlara gelen vahiyler, bunların maddî varlığından farklıdır. Allah ile sadece vahiy esnasında muhatap olmuşlardır. Vahyin devam ettiği süre zarfında bu peygamberlerin iradeleri yok olmuş, Allah’ın iradesi onlara hâkim olmuştur. Bu şekilde vahiy alan peygamberlerin vahye bağlı sözleri Allah’ın kelâmıdır, vahye bağlı olmayan sözleri ise kendi sözleridir, Allah kelâmı değildir.
İkinci tür vahiyde vahiy, vahyi alan insanın kendi varlığından ayrı ve onun fevkinde değildir. Ona gelen vahiy, onun kendisinin aynıdır. Yani ikinci tür vahiy alan kimsenin kendi varlığı bizzat vahiy olur. Hz. İsa’ya gelen vahiy, bu çeşit bir vahiydir.
Birinci tür vahiyde, vahiy alma görevi muayyen zamanlarda cereyan etmesine karşılık, ikinci tür vahiyde, yani Hz. İsa’nın vahyinde vahiy görevi, onun hayatının her anını kapsamaktadır. Dolayısıyla Hz. İsa’nın hayatının tamamı vahiydir. Onda ilahlık ile insanlık tam olarak birleştiğinden ve ilâhi cephesi insani cephesini kapladığından o, kendi kendine vahyeden durumundadır”[11]
Özetlemek gerekirse, Hıristiyan inancına göre, tam ve mükemmel bir açınlama (revelation) bir kitapta değil, bir insanda gerçekleşir[12]. Başka bir ifade ile Tanrı kendisini ve iradesini, ilâhi yönü de olan bir insanda ifşâ etmiştir. Bu sebeple İsa, hem Tanrı hem de Tanrı’nın Kelâmı’dır.
Kur’ân-ı Kerim’e göre Hz. İsa, Allah’ın peygamberlerinden birisidir. Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’ya ulûhiyyet vasfı vermediği için Hıristiyanların İsa’yı Tanrı olarak kabul etmelerini reddeder.
Yeni Ahit’te “Allah’ın kelâmı” olarak nitelenen Hz. İsa hakkında Kur’ân-ı Kerim, “Allah’ın kelimesi”[13] ifadesini kullanmıştır. Bu durumda Kur’ân-ı Kerim, Hz. İsa’nın, Allah’ın kelâmı ve vahyi olduğunu kabul etmekte midir, yoksa iki kutsal kitapta benzer ifadeler bulunsa da, bu ifadelere yüklenen anlam farklı mıdır?
Biz bu noktada sözü Mahmut Es’ad Seydişehri'ye bırakıyoruz.
***
“Kelimetullah-i Teâla’ya Dair Hutbe”
Rahmân ve Rahim olan Allah’ın adıyla,
Ezeli kelâmını Cebrail aracılığıyla Habib-i Ekrem’ine vahyeden yüce Allah’a hamd ve sena olsun. Bu ezeli kelâm, bilginlerin anlayabileceği bir hikmet ve müminlerin faydalanabileceği bir nimet olarak mushaflarda yazılmıştır ve hafızların ezberindedir.
Hindistanlı Rahmetullah Efendi merhumun açıkladığına göre, İngiltere’nin Hindistan’ı istilâ etmesinden sonra kırk üç yıl geçinceye kadar, Hindistan halkının ayin ve mezheplerine İngiliz rahipler tarafından dil uzatılmadığı gibi, Protestanlığa davet için bir girişimde de bulunulmamıştır. O andan itibaren Protestanlığın yayılmasına girişilmiş; hatta İslam’ın aleyhine kitaplar, risaleler yayınlanmış ve insanların toplu olarak bulundukları yerlerde İslâm dininin kötülenmesine yönelik vaazlar verilmeye başlanmıştır.
Çeşitli Hıristiyan mezheplerine bağlı misyonerler, uzun zamandır Osmanlı topraklarında bulundukları halde açıktan açığa Müslümanları Hıristiyanlığa davet etmeye cesaret edememişler; Osmanlı tebası olan çeşitli Hıristiyan topluluklarına Hıristiyanlığı öğretmek bahanesiyle Osmanlı siyasetine aykırı düşünceler aşılamak ve ülkenin ücra yerlerinde de el altından bazı müslümanları saptırmaya çalışmak ile yetinmişlerdi.
Gerçi cennetmekân Sultan Mehmet Han Hazretlerinin İstanbul’u fethetmesi ve Yunanistan’ı tehdit etmesi üzerine kuvvet kullanarak karşılık vermenin imkansızlığına inanan Papa İkinci Pius (1458-1464), Sultan Mehmet Han’a bir davet mektubu sunmuştur; fakat bu, tek bir olaydan ibaret kalmış ve bu yönde cür’et edecek başka bir papa ortaya çıkmamıştır.
Halbuki Meşrutiyetin ilânından bu yana beş sene geçmeden, Ruhban Sınıfı, ülkemizde de Müslümanları açıktan davet etmek için ortamı uygun bulmuş olmalıdır ki “hutbe” adı altında yerden mantar biter gibi birden bire birtakım imzasız davet mektupları dağıtılmaya ve Müslümanlar, Hıristiyanlığa davet edilmeye başlanmıştır.
Haddi zatında bunların cevaba değer bir yönü yoktur. Rahmetullah Efendi’nin beyanından anlaşıldığı üzere Hindistan’da bir müddet halk, yayınlanan risalelere ve sözlü olarak yapılan nasihatlere önem vermemiş; ulema da cevap vermek için bir teşebbüste bulunmamıştır. Fakat zamanla bu risalelerin, güzeli ve çirkini birbirinden ayıramayan cahil halk üzerinde kötü bir etki yapacağı düşüncesi, Rahmetullah Efendi’yi bu yönde cevap vermeye ve rahipler ile tartışmaya mecbur etmiş ve bu konuda iki ciltlik önemli bir kitap[14] yazmıştır. Bu kitap, değişik dillere tercüme edilerek dünyanın her tarafına yayılmıştır.
Bu değerlendirme bizim ülkemiz hakkında da geçerli olabilir. Gerçi daha önce misyonerlerin Osmanlı ülkesine girmesine izin verilmesi üzerine ortaya çıkan itiraza cevaben bir büyüğümüzün dediği gibi, “Müslümanlar bir Allah’a inanmak için bile binbir delil isterken, Allah’ın üç olduğuna onları ikna etmek nasıl mümkün olur?” denilebilir. Fakat bu söz, gerçek olmaktan çok şiirsel bir ifadedir. Çünkü ülkemizin her tarafı başkent ve vilayet merkezleri gibi değildir, ücra yerlerin halkını cehalet sarmıştır. Misyonerlerin çaresiz Müslüman çocuklarını toplayıp kendi fikirlerine göre terbiye ve dinlerini telkin ettiklerini görmek için bir kere Suriye çöllerine gitmek; ve hoca kıyafetinde köy köy dolaşarak Hıristiyanlığı öğretmeye nasıl çalıştıklarına muttali olabilmek için de uzak vilayetlerimizi dolaşmak yeterlidir.
Özellikle son zamanlarda yayınlanan risalelerde hep âyetlere yer verilmesi ve kimin tarafından neşredildiğinin anlaşılmaması için imza atılmaması sebebiyle, okur-yazar kimseler arasında bile bu yayınlara inanacaklarm bulunması imkansız değildir.
Bu konuda hem hükümete hem de bireylere birtakım görevler düşmektedir. Hükümet, “Misyonerler tarafından imzasız risalelerin yayınlandığı, bunlarda âyet-i kerimelere yanlış anlam verildiği ve Müslümanların kandırılmasına çalışıldığından” söz ederek halkın dikkatini çekmelidir. Bu risalelerin yayınlanmasını resmen yasaklamanın, onların yaygınlaşmasına yardım etmekten başka bir faydasının olacağını düşünemiyorum. Bireylere düşen görev de kendileri ilim ehlinden değillerse, bu risaleler ellerine geçince konuyla ilgili yetkin kişilere başvurarak yanlışlığını anlamaya çalışmak; şayet ilim ehlinden iseler Hıristiyanlıkla ilgili yeterli bilgi almak için bu konuda yazılan reddiyelere başvurmaktır. Hıristiyanlık aleyhine hem Hıristiyan düşünürleri hem de Müslümanlar tarafından çeşitli dillerde pek çok reddiye yazılmıştır. Bizimle en çok ilgisi olanlar, Rahmetullah Efendi’nin İzhâru’l-Hakk adlı eseriyle Ahmet Mithat Efendi’nin müdafaalarıdır. Ben de “Şeriat-ı İslamiyye ve Mister Carlyle” adlı eserime özel bir bölüm (s.199-222) alarak kısaca Hıristiyan dininin esaslarını göstermeye çalışmıştım. Hıristiyanlığm en temel niteliği olan “insan Allah” düşüncesinin yanlışlığı ile ilgili olarak da İngilizce’den tercüme ettiğim “İslam Dini” adlı eserde (s.25-61) bir bölüm vardır.
Misyonerler tarafından yazılan “Kelimetullah-i Teâla’ya dair Hutbe” adlı risalede Müslümanların Hıristiyan kitaplarını araştırıp değerlendirmedikleri sitemle beyan ediliyor. Ben bu itirazı çok haklı buluyorum. Evet! Eğitim sistemimizin en çok düzeltilmesi gereken yönlerinden birisi de Kelâm’a ait olan kısımdır. Biz bugün bile bin yıl önce, o zamanın bâtıl mezheplerini reddetmek için yazılmış eserleri okuyarak hayatımızı geçiriyoruz da karşımızda en büyük rakibimiz olup ülkemizin hemen hemen her tarafına yayılmış bir mezhebe hiç önem vermeyerek birkaç kelime ile geçiştiriyoruz. Şunu da açıklamalıyım ki, bu konuda araştırma yapılmasını ulema-yı kirama tavsiye edişimiz, sadece, “Hıristiyanlık” denilen dinin ne gibi tarihi aşamalardan geçerek bugünkü hale geldiğini ve medeniyetin en yüksek derecesine ulaşan, dünyanın neredeyse tamamını idareleri altında tutan, nüfusu beş yüz milyonu geçen bir halkın ne türlü şeylere inandıklarını ibret nazarı ile görmeleri ve halkı da uyarmaları amacına yöneliktir. Yoksa adı geçen risalede davet olunduğu gibi, Hıristiyanlar ile tartışmak faydasızdır. İslam’ın başlangıcından bu güne kadar bu yöndeki gayretlerden hemen hemen hiçbir fayda sağlanamamıştır. Bunun da sebebi, İslam ile Hıristiyanlık arasında ortak bir ölçünün bulunmamasıdır. Çünkü İslam dininde asıl olan akıldır. İslam, özellikle gayr-ı müslimler ile tartışmalarında hep akli delillere dayanır. Müslümanlar,
ادْعُ إِلَىٰ سَبِيلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِۖ وَجَادِلْهُمْ بِالَّتِي هِيَ أَحْسَن
“(Resulüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et...”[15]
âyet-i kerimesinde açıklanan istidlâlin üç mertebesi ile mübâhase ederler.
Hıristiyanlık’ta ise akla yer yoktur; her türlü inanç ve tartışma nakle dayanır. Hıristiyanlık salt inanılması gereken bir sırdır. O halde bir İslam âlimi ile bir Hıristiyan savunucusu nasıl tartışabilecektir? Bunların tartıştıklarını ve sonuçta Hıristiyan savunucusunun her türlü ifadesinin gayr-i makul olduğu ortaya çıkıp bahsi kaybettiğini varsayalım, bundan çıkacak sonuç, Hıristiyanlığın akıl ötesi bir şey olduğu, akıl ile anlaşılamayacak ölçüde yüksek olduğu, sözün kısası Hıristiyanlığın ulviyeti değil midir? Pek çok kez akim kalmış böyle bir tartışmayı tekrar etmek yerine, Resul-i Ekrem hazretlerinin yaptığı gibi onları lanetleşmeye davet edip işin içinden çıkmak daha iyidir (Mübâhale âyetine bakınız).[16]
Biz onlarla tartışmanın bir yararının olacağını düşünmüyoruz; sadece bazı âyet-i celileleri kendi arzularına uydurmaya kalkışıp yanlış anlam vermelerinden dolayı, ifadelerinin kabul edilemez olduğunu göstermenin gerekliliğini hissediyoruz.
Bununla birlikte konuya girmeden önce Hıristiyanlığın İslam’a değil; ama, Hıristiyanların Müslümanlara karşı üstün olduklarını utanarak da olsa itiraf etmek zorundayız. Onlar ellerinde bulunan, hiçbir akl-ı selimin kabul etmeyeceği bir dini dünyaya kabul ettirmek için her türlü fedakarlığa katlanarak en yüksek mertebeye çıkardıkları halde, biz Müslümanlar, fıtrat dini olduğunu Renan gibi bir din düşmanının bile kabul ettiği dinimizin kadrini yüceltecek bir halde bulunmuyoruz. Bu din-i celilin, yüceliğine uygun bir topluluğun eline geçmemiş olması çok üzücü bir durumdur. Gerçi hakikat her zaman hakikattir ve hiçbir zaman perde-i ğubâr ve nisyân ile örtülemeyeceği için İslam dininde bulunan birçok hakikat medeni milletler tarafından da kabul edilmektedir; ancak bu sırada onların şekilleri değiştirilmekte ve İslam ile hiçbir ilgileri kalmamaktadır. Renan’ın bir sözünü burada tekrar etmekten kendimizi alamıyoruz:
Dinler kendilerine inananlarla değer kazanırlar.
Bu risalelerde bütün Hıristiyanlık inançları Kur’ân âyetleriyle ispat edilmeye çalışılıyor. Öncelikle söylenmesi gerekir ki, bilgini olmadıkları bir dinin kutsal kitabını, kendi arzusuna göre tefsir etmeye kalkışmak büyük bir cür’ettir. Gerçi bir kutsal kitap, bütün dünyanın malıdır ve hiçbir topluluğun veya kimsenin ona hâssaten sahiplik iddiasına yetkisi yoktur. Bununla beraber bir kutsal kitabı tefsir etmeye çalışanların, bu işte yetkin olmaları ve tarafsızca hareket etmeleri gerekir. Bizim yazar veya yazarlarda ise, bu iki şartın da bulunmadığı görülüyor; çünkü âyetlere yanlış anlam veriyorlar, bu ise ehliyetsizlikten değil ise ihanettir. İkinci olarak taraf tuttukları da, kendi işlerine elverdiğini sandıkları âyetleri göz önünde bulundurup diğerlerini göz ardı etmelerinden anlaşılmaktadır. Onların bu hareketi adeta namaz kılması söylenen bir kimsenin “lâ takrabu’s-salâh”[17] (“Namaza yaklaşmayın…”) cümlesiyle istidlâl ederek namazın Kur’ân-ı Kerim’de yasaklanmış olduğunu iddia etmesine ve âyetin devamını okuması teklif edildiğinde “Ben Mekke hafızı değilim” demesine benzer.
Hıristiyan yazar madem ki âyetlerden bu kadar bahsediyor, o halde onun, her müslümanın hiç olmazsa günde beş defa tekrar ettiği İhlâs suresini de göz önünde bulundurması ve bu suredeki, Allah Teâla’nın doğmadığı ve doğurmadığıyla ilgili âyetleri görmesi gerekmez miydi? Dolayısıyla Kur’ân âyetlerine dayandırdığı bir yazısında “Ey Allah’ın kulları! Aslında Kelimetullah Mesih’in, Allah’ın oğlu olması mümkündür; çünkü oğul olma, çocuğun mevcudiyetinden önce bir babanın varlığını gerektiren ‘biyolojik doğum' olarak anlaşılmadığı takdirde, İsa'nın Allah'ın oğlu olması imkansız bir şey değildir." demekten biraz utanması gerekmez miydi?
وَإِذْ قَالَ اللَّهُ يَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ أَأَنْتَ قُلْتَ لِلنَّاسِ اتَّخِذُونِي وَأُمِّيَ إِلَٰهَيْنِ مِنْ دُونِ اللَّهِۖ قَالَ سُبْحَانَكَ مَا يَكُونُ لِي أَنْ أَقُولَ مَا لَيْسَ لِي بِحَقٍّۚ إِنْ كُنْتُ قُلْتُهُ فَقَدْ عَلِمْتَهُۚ تَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِي وَلَا أَعْلَمُ مَا فِي نَفْسِكَۚ إِنَّكَ أَنْتَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
مَا قُلْتُ لَهُمْ إِلَّا مَا أَمَرْتَنِي بِهِ أَنِ اعْبُدُوا اللَّهَ رَبِّي وَرَبَّكُمْۚ وَكُنْتُ عَلَيْهِمْ شَهِيدًا مَا دُمْتُ فِيهِمْۖ فَلَمَّا تَوَفَّيْتَنِي كُنْتَ أَنْتَ الرَّقِيبَ عَلَيْهِمْۚ وَأَنْتَ عَلَىٰ كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ
“Allah: ‘Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin’[18] diye sen mi dedin, buyurduğu zaman o, ‘Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim sen onu bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, halbuki ben senin zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca sensin. Ben onlara ancak bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin, dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onları kolladım. Beni vefat ettirince artık onları gözetleyen yalnız sen oldun. Sen her şeyi hakkıyle görensin.’ dedi.”[19]
meâlindeki âyet, elbette bizim Hıristiyan dostumuzun dikkatinden kaçmamıştır. Acaba bunu görmezlikten gelmek insafa uygun ve tarafsızca bir davranış mıdır?
O halde kendisinin diğer bir yazısında pek geniş bir şekilde ele aldığı,
أَفَتُؤْمِنُونَ بِبَعْضِ الْكِتَابِ وَتَكْفُرُونَ بِبَعْضٍۚ
“Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkar mı ediyorsunuz?”[20]
âyetini kendisine karşılık olarak söylüyoruz.
Bu risalede İslam dünyasına kabul ettirmek istediği şey, İsa’nın Allah’ın oğlu, Allah’ın oğlunun da bizzat Allah olduğu ve tecessüt ile insan kıyafetine girerek Meryem'den doğduğu hususlarından ibarettir. Bunları isbat etmek için geitirmeye cür’et ettiği delil de,
إِذْ قَالَتِ الْمَلَائِكَةُ يَا مَرْيَمُ إِنَّ اللَّهَ يُبَشِّرُكِ بِكَلِمَةٍ مِنْهُ اسْمُهُ الْمَسِيحُ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ
“Melekler demişlerdi ki: Ey Meryem! Allah sana kendisinden bir Kelime’yi müjdeliyor. Adı Meryem oğlu İsa’dır; Mesih’tir.”[21]
âyet-i kerimesiyle,
وَكَلِمَتُهُ أَلْقَاهَا إِلَىٰ مَرْيَمَ
“Meryem oğlu İsa Mesih, Allah’ın, Meryem’e ulaştırdığı Kelimesi’dir.”[22]
âyetidir.
“O kadar çok şeyi bu âyetin neresinden çıkarıyor?” derseniz, "kelime" lafzından istinbât ediyor, deriz. Güya Mesih, Allah’ın ezeli kelimesi imiş; kelime, Allah’ın zâtı imiş, Allah’ın zâtında imiş. Bunun da delili kelime lafzı müennes olduğu halde, birinci âyette ona râci olan "ismuhu" zamirinin müzekker olması imiş. Nasıl, istidlâlini beğendiniz mi?! Bundan daha garibini söyleyeyim: Kelime, Hazret-i İsa'ya mahsus olup başkası için kullanılmazmış. Hatta yazar bu fikrini izhar için: "Ey muvahhidûn! Kur’ân'da tekil sığasında kullanılan kelime lafzı, Mesih'e has olup bir başkası için kullanılamaz." diyor[23]. Bu kadarla yetinmeyerek cür'eti o derece ileri götürüyor ki: “Âdem'e, göklere, arza ya da onlarda bulunanlara ‘Allah’ın kelimesi’ der miyiz? Hiç şüphe yok ki hâşâ ve kellâ diye cevap verirsiniz" diyerek bizim vereceğimiz cevaba da karışıyor. Cür'etin bu derecesi hiçbir yerde görülmüş değildir. Acaba Hıristiyan yazar,
وَلَوْ أَنَّمَا فِي الْأَرْضِ مِنْ شَجَرَةٍ أَقْلَامٌ وَالْبَحْرُ يَمُدُّهُ مِنْ بَعْدِهِ سَبْعَةُ أَبْحُرٍ مَا نَفِدَتْ كَلِمَاتُ اللَّهِۗ
"Şayet yeryüzündeki ağaçlar kalem, deniz de arkasından yedi deniz daha katılarak (mürekkep olsa) yine Allah'ın sözleri (kelimeleri) tükenmez”[24].
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“De ki: Rabbimin sözleri (kelimeleri) için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenir.”[25]
âyetlerini bilmiyor mu? Lehlerine delil bulmak için Kur’ân'ın her tarafını karıştıran bir yazarın bunlardan gâfil olacağını zannetmiyorum. Yalnızca saf insanları kandırmak ümidiyle bu âyetleri görmezlikten gelmiştir.
Ama yalancının mumu yatsıya kadar yanarmış ve birkaç gün sonra eski iftiralar paçavra gibi yüzüne atılırmış. Ne zararı var? Utanacak değil ya! Bu davranışıyla birkaç kişinin zihnini bulandırmak bile onun için bir faydadır. Çünkü bir senede on kişiyi kandırmak mümkün olsa, on senede yüz kişi, yüz senede bin kişi, bin senede on bin kişi kandırılmış olur. Böylelikle bir gün gelir ki bütün Müslümanlar onların fikrine iştirak eder.
Ey din kardeşlerim! Rakiplerimizin ne kadar uzun hesaplar düşündüklerini, ne kadar metanetle hareket ettiklerini görüyorsunuz! İşte azim ve sebat böyle olur. Bunun binde, hatta milyonda biri bizde bulunsa idi, halimizde epeyce bir değişim meydana gelirdi.
Şimdi size "kelime" lafzının Kur’ân’da ne anlama geldiğini açıklayayım. Kelime, ne Allah'dır; ne de İsa'ya mahsustur. Dış âlemdeki bütün varlıklara “kelime” denilir. Yazarın seçtiği âyetlerde tekil olarak kullanılması ilahi kelimeler içinde yalnız kelime-i İsa’nın söz konusu olmasından dolayıdır. Halbuki diğer âyetlerde çoğul sığasıyla getirilmiş ve Allah’ın kelimeleri için bir sınırlamanın olamayacağı ve bu kelimelerin sayılamayacağı ifade edilmiştir.
Varlıklara "kelime" denilmesinin birçok nedeni vardır. Birincisi bütün varlıkların "kelime-i kün"den (“Ol” emrinden) hasıl olması hasebiyle, sebebin ismini müsebbebe vermek suretiyle mecâz-ı mürsel olmasıdır. Lakin bizim Hıristiyan yazar bu yoruma râzı olmuyor; çünkü bu şekilde "kelime-i kün"den hasıl olan melek, insan, hayvan, bitki ve cansız varlıkların, sözün kısası her şeyin "kelime" olması gerekiyor. Bu ise onun işine elvermiyor ve bize de fikrini kabul ettirmek istiyor.
إِنَّ مَثَلَ عِيسَىٰ عِنْدَ اللَّهِ كَمَثَلِ آدَمَۖ خَلَقَهُ مِنْ تُرَابٍ ثُمَّ قَالَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ
“Allah nezdinde İsa’nın durumu, Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona “Ol” dedi ve oluverdi.”[26]
âyet-i kerimesi İsa'ya "kelime" denilmesinin sebebinin bu olduğuna işaret eder.
İkinci yoruma göre, söze dökülmüş kelimeler (kelimât-ı lafzıyye) zihindeki anlamlara işaret ettiği gibi, a’yân-ı mevcudât (varlıkların hakikatleri) da kendisini yaratan Tanrı’ya, O’nun isim ve sıfatlarına, dolayısıyla zâta ve mertebelere[27] işaret eder. Bu sebeple “kelime” lafzı, a’yân-ı mevcudât için kullanılmıştır. Bilmem bu yorumu beğenecek mi? Lakin burada da kelime lafzı genel manada kullanıldığı için beğenmeyecektir.
Üçüncü yoruma göre, dış âlemdeki varlıklar (mevcudât-ı hâriciyye), ilâhi isim ve sıfatların tecellileri oldukları için kendilerine “kelime” denilmiştir. Çünkü söze dökülmüş kelimeler, insan nefesinin boğazdan geçerek dışarı çıkması esnasında meydana gelen lafzî belirtilerdir (taayyünât-ı lafzıyye); insanın nefes alması ise, soğuk hava alıp sıcak hava vermesinden ibarettir. İnsanın içinde bulunan sıcak hava dışarı çıkmaya talip olduğu gibi, ilâhi isimler ve sıfatlar da gizlilikten açığa (butûndan zuhûra) çıkmaya tâliptir. İlâhi isim ve sıfatların bu şekilde ortaya çıkmasından da dış âlemdeki varlıklar meydana gelir. Bu benzerlikten dolayı dış âlemdeki varlıklara "kelime" denilmektedir. Zaten ıstılâh-ı sûfıyye'de bu benzerliğe dayanılarak dış âlemdeki varlıklara "nefesu'r-Rahmân" (Rahmân’ın nefesi) denilmektedir. Sıradan Müslümanların bile beğenmediği bu benzetmeyi, Hıristiyan yazar hiç beğenmeyecektir[28].
Hıristiyan yazar iddiasını Kur’ân âyetleriyle isbat ettiğine inandıktan sonra İncil ile de isbat etmeye çalışıyor. Fakat İncil'in Müslümanlar nazarında da güvenilir olduğunu ihtar etmeye gerek görerek,
"Kur’ân’ın, nur ve hüdâ ve Allah'tan indirilmiştir[29] diye hakkında şehadet ettiği İncil-i Şerifte"
cümlesiyle söze başlıyor. Her ne kadar bu konu herkes tarafından bilinse ve birçok kez tekrar edilmiş olsa da yazarın bu açıklamasına karşı bizim de malumu ilâm (zaten bilinen bir şeyi bir kez daha açıklama) kabilinden olarak birkaç kelime söylememiz gerekiyor. Evet! Biz de tasdik ederiz ki Kur’ân'ın şehadet ettiği bir İncil vardır. Lakin o kitap, zamanında yazılmadığı için kaybolmuştur. Şimdi Hıristiyanların ellerindeki dört İncil ise İsa'dan çok zaman sonra İncil yazarları tarafından kilise tarihi olarak yazılmış ve sayısı üçyüzü geçen kitaplar içinde ruhâni bir cemiyet tarafından birbirine daha az zıt olmak üzere seçilmiş dört kitaptır; hatta İncillerin bugün var olan nüshaları asıl nüsha olmayıp çok sonra yazılmış nüshalardır.
İncilleri Tetkik Cemiyeti’nin tarihi incelemelerine göre, İncillere sonradan bazı cümleler ilave edildiği de ortaya çıkmıştır. Gerçi İnciller hakkında daha ayrıntılı bilgi vermek mümkündür; ancak bu, sözü uzatacağı ve bu bilgiler kesinlik kazanan tarihi meseleler olarak herkes tarafından bilindiği için tafsilata girişilmemiştir.
İşte “Yuhanna tarafından yazılmış olan İncil”de,
“Kelâm, başlangıçta vardı ve kelâm Allah'ın nezdinde idi ve kelâm Allah idi”[30]
deniliyor. Bir söz kimden sâdır olursa olsun bizim onu tenkit etmeye yetkimiz vardır. "Kelâm başlangıçta vardı" demek, kelâm ezeli idi demektir. Sonra "Kelâm Allah'ın nezdinde idi" cümlesi kelâmın Allah'tan başka bir şey olduğu yani kelâm ile Allah arasında ikiliğin bulunduğunu ifade ediliyor. Halbuki "Kelâm Allah idi" cümlesi kelâm ile Allah arasında birlik bulunduğunu ve ikisinin aynı şey olduğunu ima ediyor. Şu halde ikisi başka başka şeylerdi demek ile ikisi bir şeydi demek arasında tenâkuz vardır. Elbette bunlardan sadece birinin doğru olması gerekir.
Müslümanların inancına göre kelâm, Allah'ın sıfatlarındandır ve zâtının aynı olmadığı gibi zâtından ayrı da değildir. "Allah mütekellimdir" denilirse de "Allah kelâmdır" denilmez.
Ayrıca "kelâm başka şey, söz konusu olan "kelime" başka şeydir. Âyet-i kerimelerden anlaşılan, İsa’nın (as), Allah'ın kelimelerinden bir kelime olmasıdır. İncil'den nakledilen cümleler ise onun kelâm olduğu hakkındadır.
Hıristiyan yazar, birbirine zıt olan, kelimenin Allah'ın zâtı olduğu ve Allah’ın zâtında mevcut bulunduğu iddialarının doğru olduğuna inanarak ikinci bir iddia ortaya atıyor. "Sonra o, Allah'ın zâtından çıkarak Meryem'e ilka olundu, Meryem'de tecessüt etti (ete kemiğe büründü) ve insan suretinde aramızda yerleşti." diyor.
Biz soruyoruz: Allah olan kelimenin İsa'da tecessüdü bi'l-külliyye (tamamen) mi yoksa bi'l-cüziyye (kısmen) midir? Eğer bi'l-külliyye ise Allah'ın, İsa’nın cesediyle sınırlandırılması, şayet bi'l-cüziyye ise Allah'ın kısımları bölünmesi gerekir. Allah Teâla ise sınırlanmaktan ve kısımlara bölünmekten münezzehtir
سُبْحَانَهُ وَتَعَالَىٰ عَمَّا يَقُولُونَ عُلُوًّا كَبِيرًا
“Allah onların söyledikleri şeylerden münezzehtir: son derece yücedir ve uludur”[31].
Yazar tecessüt akidesine bu itirazın geleceğini önceden biliyor olmalı ki "ezeli kelimenin Mesih'te tecessüt etmesi belki Allah’ın bir insana hasrolması veya kısımlara bölünmesi şeklinde anlaşılabilir." diyor ve bu muhtemel soruya ne yolda mukabele ediyor biliyor musunuz? "Bununla beraber bütün Hıristiyanlar tecessüt olayında, Tanrı’nın çoğalmadığına, kısımlan bölünmediğine ve bir insana hasrolunmadığına inanır." diyor. Herkes istediği şeye inanabilir. Lakin bütün Hıristiyanların bu yolda inanmasına rağmen bizim sorumuz yine geçerli olur.
Elbette Hıristiyanların tecessüt akidesine inanmalarının sebeplerini ve bu konudaki delillerini de bilmek istersiniz. Yazar biri naklî, diğeri aklî olmak üzere iki delil getiriyor. Naklî delili yine Yuhanna İncili'nden alınan "ve Kelâm ten olup"[32] cümlesidir. Daha önce verdiğim açıklamalardan anlaşılabileceği gibi bu delil, Müslümanlara karşı herhangi bir iddiayı isbat edemez. Bu sebeple yazarın aklî deliline geçelim.
Akliî deliline işaret etmek için "Ölüleri diriltmek gibi tuhaf işler yaptı" diyor, yani İsa'nın mucizelerini delil gösteriyor.. Evet! Biz Müslümanlar Hz.İsa’nın birtakım mucizeler gösterdiğini kabul ve tasdik ederiz. Lakin bu mucizeler onun Allah değil, belki peygamber olduğunu isbat eder. Eğer Allah olduğunu isbat etseydi Hz.Musa gibi mucize gösteren diğer kişilerin de Allah olması gerekirdi. Ayrıca Hz.Musa’nın asayı ejdere değiştirmesi mucizesi, Hz.İsa’nın ölüleri diriltme mucizesinden daha hârikulâdedir. Çünkü ölü ile canlı arasındaki ortaklık, asa ile ejder arasındaki ortaklıktan daha çoktur. Halbuki Hz.Musa'nın Allah olmadığında iki taraf da müttefiktir. Şu halde yazarın getirdiği delilin yaklaşımı tam değildir ve bu delil, yazarın iddiasını isbat etmekten uzaktır.
Hz.İsa'ya ulûhiyyet isnat edilmesinin birtakım sakıncalarına da değinmeden geçemeyeceğim. İsa adıyla bilinen zât, dünyada yok iken var oldu. Yer, içerdi. Çocukken büyüdü. Gençlik dönemini geçirdi. Sonunda, Hıristiyan inancına göre, Yahudiler tarafından çarmıha gerilerek öldürüldü. Bu sırada kaçıp girilecek yer aradı. Çarmıha gerilme anında büyük bir üzüntü içinde "Eli, Eli lema sabaktani?" (İlâhi, İlâhi! Beni neden terkettin?)[33] diye yalvardı.
Bu ifadelerden anlaşılıyor ki İsa hâdis, mümkün ve değişken (müteğayyir) idi. Halbuki hâdis, kadîm olamaz; mümkün, vâcip olamaz; değişen, dâim olamaz. Ayrıca Yahudiler'in elinde çaresiz kalarak kaçacak yer arayan bir Tanrı’nın aczine hayretten başka ne denir?
Aynı şekilde iki tarafın da kabul ettiği üzere Hz.İsa, çok ibadet ederdi. Eğer İsa, Allah ise, kendisine ibadeti ve çarmıha gerildiği andaki yalvarması bâtıl olur.
Bundan başka İsa’nın, öldükten sonra defnedilmiş, cehenneme inmiş, üç gün sonra ölülerin arasından kalkıp göğe çıkmış, kâdir-i mutlak Baba’nın sağ tarafında oturmuş olduğuna inanılır. Acaba İsa öldürüldüğü zaman bütün kâinat, Allah'sız nasıl devam etti? Halbuki Cenab-ı Hakk, âlemin yaratıcısı olduğu gibi, koruyucusudur da. Göğe çıktıktan sonra kâdir-i mutlak Baba'nın sağ tarafında oturması inancına da dikkat çekmek isterim. Sağ tarafında bulunmak, Allah ile İsa arasında bir ayrılığın olduğunu ispat etmez mi? Şu halde taaddüt (çoğalma) kendiliğinden meydana gelir.
Yazar, delil getirerek tartışmayı kazanamayacağını elbette biliyor ki yeni bir istidlâl tarzına başvuruyor. Yazar, yukarıdan beri sayıp değindiğimiz Hıristiyan inançlarının müteşâbihâttan olduğunu ifade etmektedir. Müteşâbihâtın tevilini ancak Allah'ın bildiği hakkındaki âyet-i celileyi getirerek bizi tevilden ve tartışmadan sakındırmakta ve sonunda bizi gayba imana davet etmektedir.
Kur’ân'da olan müteşâbih âyetlerle Hıristiyanlıktaki gizemler (sırlar) arasında büyük farklar vardır. Bu konuda müteşâbihâta dair tafsilata girişmek sözü uzatacaktır. Arzu edenler Fıkıh Usulü kitaplarına müracaat edebilirler. Müteşâbih âyetten maksat, zâhirî anlamı akla uymayan âyettir; bu âyetlerin zâhirî anlamlarını göz ardı etmek de mümkündür. Meselâ, "yedullahi fevka eydihim" âyeti müteşâbihâttan sayılır. Âyetin zâhirî anlamını bir yana bırakırsak, bunun sahih bir anlamı vardır ki "Allah'ın yedi onların yedine üstündür" demektir. Fakat âyetin zâhirî anlamına bakılırsa "yed" kelimesi el manasınadır, eğer elden maksat bizim bildiğimiz insan eli gibi ise Cenab-ı Hakk'a isnadı doğru değildir, çünkü Allah, âzâ isnat edilmekten münezzehtir. Bu sebeple bunun elbette başka bir anlamının olması gerekir. O manayı açıklamak için de şeriatta bir nassın olduğuna inanırım, fakat ben, o elin niteliği bilmiyorum.
Mütekaddimîn (önceki) ulema bunun böylece kabulu ile yetinmişlerdir; fakat müteahhirîn (sonraki) ulema müteşâbihlere, amacına uygun şekilde bir anlam vermişlerdir. Meselâ “el”den maksat kudrettir demişlerdir. Zaten Araplar arasında “el” kelimesi mecâz olarak kudret anlamında kullanılmıştır.
Acaba Hıristiyanlığın gizemleri (sırları) denilen şeyler de böyle mi? Meselâ Yuhanna’nın İncili’nde “Kelâm Allah’ın nezdinde idi; kelâm Allah idi” deniliyor. Burada birbirine zıt iki cümle vardır. Her türlü delili göz ardı etsek, hatta başka bir dünyaya gitsek bile, yine bunların içtimâı mümkün değildir; çünkü benzerlik başka, tenâkuz başkadır. İşte gizemler (sırlar) denilen şeyler hep böyle tenâkuzlardan ibarettir. İsa’yı gökte babanın sağ tarafında oturttuktan sonra, Tanrı ile İsa’nın bir olduğunu iddia etmek de tenâkuz değil midir? Sonra Allah’ı yeryüzüne indirip insan kıyafetine sokmak, sıkıntılar çektirmek, sonunda öldürtmek bunlar hep miiteşâbih midir, yoksa bâtıl mıdır?
Bununla beraber Hıristiyan savunucuları müteşâbihât lafzını bir kere öğrendiler ya, bundan sonra her nereye gitseniz hep bu sözü işiteceksiniz.
Lakin yazar, risalesinin beşinci sayfasında “O’nu insan aklı anlayamaz” derken, mukaddimesinde bulunan “Bu ezeli kelâmın, Meryem’in karnında ancak bilginlerin anlayabilecekleri bir hikmet" olduğu hakkındaki cümlesini unutmuş olmalıdır, ya da mukaddimeyi yazarken kendisinin bir Hıristiyan yazarı olduğunu, kelâma da ezelî bir sır olarak inanması gerektiğini hatırlamamış olacaktır. Yoksa, iki fikir arasındaki zıtlık derhal göze çarpmaktadır.
Yazar, müteşâbih âyetlerden sonra Allah’ın Hz. Musa’ya ateşte[34], çalıda[35], dumanda[36] ve tütün direğinde[37] göründüğünü ifade eden âyetlerden de faydalanmaya çalışıyor. Halbuki Kur’ân âyetlerinden anlaşıldığına göre Hz.Musa Allah’ı görmek istemiş, ancak “len terânî” (“Beni asla göremezsin”) cevabını almıştır. Allah, Tur Dağı’na tecelli edince dağ sıtmaya tutulmuş gibi tir tir titremeye başlamış ve Hz.Musa bu durumu görünce kendisinden geçmiştir[38]. Âyette sözü edilen tecelli başka şey, Hıristiyan yazarın ifade ettiği Allah’ı görmek (rüyetullah) başka şeydir.
Hıristiyan yazar iddialarının doğruluğuna inandıktan sonra “Ey müslümanlar!” diye ehl-i İslam’a hitap ederek “İlâhi kelime sizi cehennem ateşinden ve ebedi helâke sevk eden şeytandan kurtarmak için tecessüt etmiştir. Şimdi sizi kurtarmak için gelmiş olan zâtı, önünüze bir tökez ve Allah’ın şiddetli gazabından kurtulmanıza bir engel yapmayınız” diyerek Müslümanların teslise ve kelimenin tecessüdüne, gayba iman kabilinden, inanmalarını teklif ediyor.
Ey Hıristiyan yazar! Müslümanlar da size karşılık olarak şöyle söylerse gücenmeyiniz:
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْا إِلَىٰ كَلِمَةٍ سَوَاءٍ بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلَّا نَعْبُدَ إِلَّا اللَّهَ وَلَا نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلَا يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضًا أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِۚ
“De ki: Ey ehl-i kitap! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (kelimeye) geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi eş tutmayalım ve Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilahlaştırmasın”[39].
Ey müslümanlar!
“فَإِنْ تَوَلَّوْا” (eğer Hıristiyanlar sizin şu davetinizi kabul etmezlerse),
“فَقُولُوا اشْهَدُوا بِأَنَّا مُسْلِمُونَ” (şahit olun ki biz müslümanız, deyiniz).
Biz bu konuda söylenmesi gereken şeyleri tamamen söylememekle birlikte makalemizi epeyce uzattık. Bu konuda tafsilat arzu edenler daha önce açıkladığım kitaplara müracaat edebilirler.
Yazar, risalenin sonunda hak yolundan görünerek “Allah beni ve sizi doğruya ve hakikate tâbi olmaya muvaffak etsin” diye dua ediyor. Onun doğru ve hakikatten maksadının ne olduğunu bildiğimiz halde, sözünün sarâhatine binaen biz de bu duaya “Âmin” diyoruz.
وَالسَّلَامُ عَلَىٰ مَنِ اتَّبَعَ الْهُدَىٰ
Dipnotlar
[1] Watt, Montgomery, İslam ve Hıristiyanlık, İz Yay., İstanbul 1991, s. 91.
[2] Brox, Norbert, Encyclopedia of Biblical Theology, London 1970, s. 770.
[3] Matta 4:3, 26:63, 27:40; Markos 1:1, 3:11 ; Luka 1:34, 8:28; Yuhanna 1:34, 3:18.
[4] Markos 2:10, 14:21: Luka 9:44.
[5] Matta 1:16; Markos 14:61-62; Yuhanna 17:3.
[6] Markos 6:4; Luka 13:33.
[7] Resullerin İşleri 2:36; Romalılara 10:9; I.Kor. 12:3.
[8] Yuhanna 1:1; Vahiy 19:13.
[9] Kuzgun, Şaban, Dört İncil, Farklılıkları ve Çelişkileri, İstanbul 1991, s. 99- 100.
[10] İbranilere 1:1-2.
[11] Kuzgun, 100.
[12] Michel, Thomas, Hıristiyan Tanrıbilimine Giriş, Ohan Basımevi, lstanbul 1992, s. 17.
[13] Âl-i İmrân, 3/45; Nisâ 4/171.
[14] Rahmetullah Efendi, İzhâru'l-Hakk, (terc. Ömer Fehmi Efendi, Nüzhet Efendi), Sönmez Yay., İstanbul 1972.
[15] Nahl, 16/25.
[16] “Sana gelen asıl bilgiden sonra, kim seninle bu [hakikat] hakkında tartışırsa de ki: Gelin! Oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, bizim yandaşlarımızı ve sizin yandaşlarınızı çağıralım; sonra [birlikte] tevazu içinde ve gönülden yalvaralım ve Allah'ın lânetinin [aramızdan] yalan söyleyenlerin üzerine olmasını dileyelim.” (Âl-i İmrân, 3/61).
فَمَنْ حَاجَّكَ فِيهِ مِنْ بَعْدِ مَا جَاءَكَ مِنَ الْعِلْمِ فَقُلْ تَعَالَوْا نَدْعُ أَبْنَاءَنَا وَأَبْنَاءَكُمْ وَنِسَاءَنَا وَنِسَاءَكُمْ وَأَنْفُسَنَا وَأَنْفُسَكُمْ ثُمَّ نَبْتَهِلْ فَنَجْعَلْ لَعْنَتَ اللَّهِ عَلَى الْكَاذِبِينَ
[17] “Ey iman edenler! Siz sarhoşken ne söylediğinizi bilinceye kadar, bir de cünub iken -yolcu olmanız müstesna- gusül yapmadıkça namaza yaklaşmayın…” (Nisa, 4/43).
[18] Hıristiyan teslis anlayışı, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşmaktadır. Peygamberimiz devrinde Hicaz’da bulunan Hıristiyanlar ise teslis inancında Kutsal Ruh’un yerine Meryem Ana’yı koymuşlardır. Âyette bu anlayışa işaret edilmektedir. Günümüzde ise Meryem, Hıristiyanlar arasında teslisin bir unsuru olarak görülmemektedir. Daha geniş bilgi için bkn, Michel, 72-74; Tümer, Günay, Hıristiyanlıkta ve İslamda Hz. Meryem,Türkiye Diyanet Vakti Yayınevi, Ankara 1996, s. 171-172.
[19] Mâide, 5/116-117.
[20] Bakara, 2/85.
[21] Âl-i İmrân, 3/45.
[22] Nisa, 4/171.
[23] "Kelime" lafzı, Kur’ân-ı Kerim'de 42 yerde zikredilmektedir. Sadece iki yerde "kelime" açıkça Hz. İsa'ya işaret etmektedir (Âl-i İmrân, 3/45; Nisa, 4/171 ). Bir âyet-i kerimede de "kelime" lafzının Hz. İsa'yı ima ettiği belirtilmektedir (Âl-i İmrân, 3/39).
[24] Lokman, 31/27.
[25] Kehf, 18/109.
[26] Âl-i İmrân, 3/59.
[27] Varlık mertebeleri İbn Arabi’ye ait olan bir nazariyedir. Vahdet-i vücûd doktrini ile yakından alakalı olan bu mertebelerin değişik tasnifleri yapılmıştır. Yedili tasnife göre varlık mertebeleri şunlardır: 1) La-taayyün, 2) İlk taayyün, 3) İkinci taayyün (a'yân-ı sâbite), 4) Ruhlar mertebesi, 5) Misal âlemi, 6) Şehadet âlemi (cisimler âlemi), 7) İnsan-ı kâmil. Daha geniş bilgi için bkn., Erdem, Hüsamettin, Panteizm ve Vahdet-i Vücüd, Kültür Bak. Yay. Ankara 1990, s. 48-56; Tahralı, Mustafa - Selçuk Eraydın, Fusûsu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Dergah Yay., İstanbul 1987, c. I, s. XLV-XLVll.
[28] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Âl-i İmrân 3/45. âyet-i kerimede yer alan “kelime" lafzını şu şekilde tefsir etmektedir:
“Kelime: Nahiv ıstılahında "müfred" (tek) bir manaya konmuş lafızdır ki, isim, fil, harf veya edat namıyla üç nevidir. Mürekkeplere ve lafızdan başkasına söylenmesi mecazdır. Mantık ıstılahında ise kelime nahivdeki fiil demektir. Burada isme tekabül etmesi karinesiyle bu mana daha yakın görünüyor.
Ragıb Müfedât'ında der ki: "Kelm, işitme veya görme iki histen biriyle idrak olunan bir tesirdir. Bunun için tesiri zâhir bir cerh (yaralama) manasına gelir. Kelâm ise işitme duyusuyla idrak olunur. Kelâm, dizilmiş lafızlar ile altındaki manalara, tümü itibariyle ıtlak edilir. Nahivde bunun bazen bir cüzü olan isim veya fiil veya edata dahi denirse de ekseriyetle bileşik ve anlamlı olan cümleye denilir. Yani kelâm, ifadede bizzat kastedilen cümledir. Binaenaleyh nahivde kelâm kavilden daha hususidir. Zira kavil müfret {tekil} de olabilir. Kelime ise nahivde isim veya fiil veya edat üç nevi kelâmın fertlerinden her birine ıtlak edilir. Mamafih kelime ıtlakı bu üçe münhasır değildir. Bir kelâm, bir kaside, bir kitap, kavlî veya fiilî bir hüküm, bir kaziye, bir şey... kelime olur ki, Kur’ân'da bunun birçok misalleri vardır. Kelime-i tevhit, kelime-i İsa vesaire bu cümledendir..."
Demek ki, kelâm ıtlakında esas, bizzat veya vasıtalı olarak işitme tesiri altında bir mana telkin etmek yönüdür. Kelâm böyle bir vasıtadır. Kelime ise gerek işitme ve gerek görme tesiri altında mana telkini yönlerinden daha umumidir. Mesela ağızdan çıkan manalı sesler veya kitapta yazılan manalı yazılar kelime olduğu gibi, âleme bir nazar edildiği zaman gözle fark edilen ve gözden gönüle geçip his tesiri altında cüzi külli bir mana telkin eden varlıklar ve müşahhas yaratıklar dahi birer kelimedirler ki, Hz. İsa da bunlardan biri idi ve Meryem'e böyle bir tesir ile geldi.
“بِكَلِمَةٍ مِنْهُ” Allah tarafından garip bir kelime, bir fiil ve tesir, âdet dışı bir tekvin işi, manalı bir eser. Burada “بِكَلِمَته” buyurulmayıp da kelimenin nekre olarak getirilmesi şu nükteleri ifade eder: Evvela bu kelime tanınmadık, garip, âdet dışı bir kelimedir. Ve bu bakımdan İsa'nın hüviyetini teşkil eder. Gerçekte İsa'nın yaratılması alışılmış âdetin dışındadır. “مِنْهُ” kaydı da bunun vasıtasız bir tekvin ve binaenaleyh âdet dışı bulunduğunu ve aynı zamanda bu kelimenin batıl olmayıp hak bir kelime olduğunu gösterir. “مِنْهُ”de "min" ibtidaiyyedir. İkinci olarak bu bir kelimedir, lakin kelime buna münhasır değildir, Zira nekreler yaygın fertlere delalet ederler. Binaenaleyh Allah Teâlâ'nın daha diğer kelimeleri bulunduğu unutulmamalıdır."
قُلْ لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“De ki: Rabbimin sözleri (kelimeleri) için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilave getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenir.” (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul 1971, c.2, 1100-1102.
[29] Mâide, 5/46.
[30] Yuhanna 1:1.
[31] İsra, 17/43.
[32] Yuhanna 1:14.
[33] Matta 27:46; Markos 15:34.
[34] Çıkış 3:2, 13:21, 19:16-25, 24:17.
[35] Çıkış 3:2.
[36] Çıkış 19:9-20, 24:15-18.
[37] Yoel 2:30. Ayrıca Tanrı'nın bulut direğine tecelli ettiği ile ilgili cümleler için bk. Çıkış 13:21, 14:24; Sayılar 9:17, 12:5, 14:14; Tesniye 31:15.
[38] A'raf, 7/143. Karşılaştırma için bk. Çıkış 33:18-23.
[39] Âl-i İmrân, 3/64.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder