Teârüf-i câhil ise ebedî şenâattır.
MT
Tecâhül-i ârif: Bilenin bilmiyormuş gibi davranması.
Teârüf-i câhil: Câhilin biliyormuş gibi ahkâm kesmesi, bilgiçlik taslaması.
***
Bakalım Mesnevî şârihi Tâhirü'l-Mevlevî bu konuda neler demiş:
Dünyâda en büyük musibet, câhilin ilim dâvâsında bulunması, o dâvânın da câhillerce doğru zannolunmasıdır. İnsan bilmediğini açıkça îtirâf edecek olursa, hem vebâl altına girmekden kurtulur, hem de hulûs-u niyyeti dolayisiyle Allâh’ın ilhâm ve tâlimine mazhar olur.
«Kendilerine eşya ilimleri sorulan meleklerin, bilmiyoruz dedikleri gibi, sen de bilmediğini îtirâf et ki (Vemâ allemtenâ) destgîrin (arkadaşın) olsun. Allah; o isimleri Âdem aleyhisselâm vâsıtasiyle meleklere tâlim eylediği gibi, sana da bilmediklerini öğretsin.»
Tâbi’inden ve ulemâdan (Şa’bî)'ye bir mes’ele sormuşlar. «Bilmiyorum.» demiş. «Sen ulemâdan iken bilmiyorum demeye utanmıyor musun?» demişler. «Melekler, Allâh’ın yakîni iken (lâ ilme lenâ) demeye utandılar mı?» demiş.
Keza İmâm-ı Ebû Yûsuf’a -ki Hârûn Reşid’in baş kadısı, bizim tâbîrimizce şeyhü'l-İslâmı idi- Halîfe, bir şey sormuş. O da: «Bilmiyorum» cevâbını vermiş. Başmâbeynci lâkırdıya karışmış; «Emîrü'l-mü’minîn, sana bu kadar para verdiği halde suâline bilmiyorum cevâbını veriyorsun. Bu, yakışır mı?» deyince, Ebû Yûsuf: «Emîrü'l-mü’minîn bana verdiği para, bildiklerime göredir. Bilmediklerime göre verecek olsa hazînesi kâfî gelmez» demiş.
Bizim en büyük kusûrumuz (bilmiyorum) demek fedâkârlığını göstermeyişimizdir. Bunu yapacak kadar insâfımız, yâhud yeni tâbîr ile cesâret-i medeniyyemiz bulunsaydı, memleketi şimdikinden pek başka bir halde görürdük. Çünki en ehemmiyetsizlerinden en mühimlerine varıncıya kadar bütün vazifeler, bilmiyorum diyeceklere değil; biliyorum diyenlere ve hakîkaten bilenlere, sözünün eri ve işinin ehli olanlara verilirdi.
Tâhir-ul-Mevlevî,
Mesnevî Şerhi,
İstanbul: Ahmed Said Matbaası, 1971,
c. 1, kitap 1,
s. 95-96.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder