Bu yazı ilk olarak 05.05.2020 tarihinde Düşünce Feneri'nde yayımlanmıştır.
İlk insandan bu yana dinin, insanın bu dünyadaki hayatını tanzim etme gayesinde/iddiasında olduğunu söyleyebiliriz. Ancak coğrafyaların, dönemlerin, ırk ve toplulukların, paradigmaların değişmesiyle dinler veya din algıları farklılaşmış ve toplumda ya da bireyin hayatında dinin fonksiyonu değişmiştir. Bu değişimleri aynı dinin değişik zamanlardaki algılanışı ve yaşanışı konusunda da görmek mümkündür. Söz gelimi, çok değil, otuz yıl önceki İslam anlayışımız ve ideal İslam yaşantısı tasavvurumuzda bugün az veya çok farklılıklar bulabiliriz. İyi veya kötü bu değişikliklerin, yine iyi veya kötü eski dinî yaşantı yanlıların tepkisini çekmesi kaçınılmazdır. O halde, dinler söz konusu olduğunda, değişim yanlıları ile muhafazakârlar arasında bir mücadeleye daima şahit olabiliriz. Bu mücadelenin şiddetli olduğu durumlarda, benimsenen dinî prensiplerin ne pahasına olursa olsun savunulması ve korunması gaye haline gelir. Bu da çoğu zaman şekilciliği beraberinde getirir. Başka bir deyişle, dinler başlangıçlarında, daha doğrusu kurumsallaşıncaya kadar genel olarak dinamik bir anlayışa sahipken, kurumsallaştıktan sonra muhafazakârlaşmaktadır. Hangi dinde veya mezhepte olursa olsun, bu muhafazakârlık, şiddetli bir muhalefetle veya tehditle karşılaştığında radikalleşen ve kendini her türlü değişime kapatan bir anlayışa evrilmektedir. Mesela, Kilisenin öğretilerine ve otoritesine karşı aydınlanmacı ve pozitivist anlayışın getirdiği eleştiriler, geleneksel inancını devam ettirmek isteyen Hıristiyanları radikalleştirmiş ve ABD’de fundamentalist olarak adlandırılan değişime kapalı radikal bir Evanjelik Hıristiyan anlayışın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Kimi zaman da din içinde zamanla ortaya çıkmış, gittikçe kökleşmiş ve bu nedenle de dinin özü sanılmaya başlamış algı ve uygulamalar görürüz. Bunlar dinin yanlış yorumlanmasından veya İslamî tabirle söyleyecek olursak bidatlerden kaynaklanmış olabilirler. Söz gelimi Yahudilikte Şabat (Cumartesi/Sebt) günü hiçbir iş yapmama yönünde bir inanç ve uygulama bulunmaktadır. Rivayete göre, Hz. İsa’nın öğrencileri bir Şabat günü ekinler arasından geçerken başakları koparmışlar. Dönemin din bilginleri veya dindarları, Hz. İsa’ya, öğrencilerinin Şabat kurallarını ihlal ettiklerini ve bu günde yasak bir şey yaptıklarını söylediklerinde, Hz. İsa onlara şu tarihî cevabı vermiştir: “İnsan Şabat Günü için değil, Şabat Günü insan için yaratıldı.”
Hz. İsa’nın söylemi üzerinde uzunca düşünmek gerek. Bu, dinin dünya algısını ve dünyada dinin yeri ve fonksiyonunu anlayabilmemiz açısından önem arz etmektedir. Hz. İsa’nın söylemini biraz daha genel ifadelerle günümüze taşıyarak, zihnimizi şu soru üzerine odaklayabiliriz: “İnsan mı din için, din mi insan içindir?”
Bu sorunun cevabında, buradaki dilemmada ne berikinden ne de ötekinden vazgeçmek istemeyen bazı okuyucularımızın “Her ikisi de” dediklerini duyar gibiyim. Evet, çoğu zaman dilemmanın her iki unsuru da birbiriyle uyum içinde olabilir, yani hem insan din içindir, hem de din insan içindir demek mümkündür. Ama yine de nihaî kertede bir tercih yapmak gerekirse, mesela Hz. İsa’nın karşılaştığı olaya benzer bir durumla karşılaşırsak, cevabımız ve tercihimiz hangi yönde olur? Hz. İsa’nın güçlü retoriği, dinle ilgili algımızı kökten değiştirecek bir güce sahip görünüyor ve bizi insan, dünya ve din üzerinde düşünmeye mecbur ediyor.
Biz şimdiye kadar ilgimizi daha çok “İnsan neden yaratıldı?” sorusuna yönelttik ve cevabımızı da “Allah’ı tanımak için”, “Allah’a ibadet etmek için” ya da “imtihan için” şeklinde verdik. İlk iki cevap bize insanın din için yaratıldığını, üçüncü cevap ise, dünyanın yaşanılacak değil, uzak durulacak bir yer, belki bir zindan olduğunu çağrıştırdı/vehmettirdi.
Biz soruyu bir de şöyle soralım: İnsan mı din için yaratıldı, din mi insan için? Ya da “İnsan mı önce yaratıldı, din mi?” Bu soruları cevaplamada bize Tahânevî’nin din tanımı yardımcı olabilir: “Din; akıl sahiplerini kendi iradeleriyle bu dünyada iyiliğe, âhirette kurtuluşa sevk eder.”
Tehânevî’nin tanımında dinin, bizim dünyamızı güzelleştiren, mamur eden, iyileştiren, insanı huzura kavuşturan, insanın fıtrat üzere, yani insan gibi kalmasını sağlayan bir fonksiyonu var. Başka bir deyişle, din, insanın hem dünyada hem de âhirette selameti için var. Öte yandan, din insanın bu dünyada iyiliğini temine çalışıyor ise, pek çok düalist anlayışta ifade edildiğinin aksine, bu dünya kesinlikle uzak durulması gereken, özü itibariyle kötü bir yer de olmamalıdır. İnsan bu dünyada belirli bir süre yaşamak ve sınanmak üzere yaratılmıştır ve din de ona bu dünyadaki hayatında yardım ve rehberlik etmektedir.
Madem ki din insanı bu dünyada iyiliğe ulaştırmayı hedeflemektedir, o halde din, bir karabasan gibi insanın üstüne çöreklenen, onu nefessiz bırakan, bunaltan, daraltan, hayatı yaşanamaz kılan bir şey olmamalıdır. Aksine, din, insanın fıtratında olana, insana uygun olana onu yönlendirmeli ve teşvik etmelidir. O halde, ne ki insan fıtratına ve insan tabiatına aykırıdır, o, doğru bir din veya din yorumu olamaz. Söz gelimi, Hıristiyanlıkta ömür boyu manastırlarda yaşamak veya ruhban sınıfının bekâr hayatı yaşaması insan fıtratına aykırı olduğu için, bunun yanlış bir din yorumu olduğunu söyleyebiliriz. Yine, tabiattaki hiçbir canlı türünde görülmeyen ve insan fıtratına da aykırı olan eşcinselliğin de doğru bir din yorumunda yasaklanmasını beklemek gerekir. Hâlbuki bugün pek çok Hıristiyan mezhebi, fıtrata aykırı bu eğilime müsamaha göstererek veya onu tasvip ederek, insanı fıtratından uzaklaşmaya sevk etmekte ve böylece yanlış bir din yorumuyla dinin insana rehberlik fonksiyonu bozulmaktadır.
İnsanın din için değil, dinin insan için olduğu, dinin insana rehberlik etmek üzere gönderildiği tespit ve kabul edildiğinde, ezmânın tağayyuru ile değişecek ahkâmı belirlemede de önemli bir ilkeye ulaşmış oluruz. Dinî buyruklar, özü itibariyle, insanı ya bu dünya hayatında iyiliğe ya da âhirette kurtuluşa eriştireceğine göre, dindeki özü keşfetmemiz kolaylaşır ve böylece yanlış din yorumlarına ya da dindeki sapmalara karşı sağlam bir zemine kavuşuruz. Taabbüdî konuların dışında, dinî buyrukların şekilcilikten ziyade öze ilişkin olduğunu anlamak ve bu özü tespit etmek, günümüzde pek çok dinde ortaya çıkan nice sorunların çözümüne yardımcı olur.
Hâsılı kelam, dinde dünyanın anlamı, dünyada insanın ve dinin fonksiyonu netleşir: Din insanı mamur edecek, insan da bu dünyayı ve âhiretini.
Hidâyete tâbi olanlara selâm olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder